Sayfayı Yazdır

Nakşibendîlikte “Vahdet” Görüşü

Hâce Bahaeddin Nakşıbend’in tasavvufun incelikleri hakkındaki bazı görüşleri şunlardır:

Nefy-i vücud ve “yokluk” azîm iştir!.. Bu sıfatlar, bu yolda “vuslat” devletinin ipucudur. Bizi fenâ ve niyaz kapısından kabul ettiler; her neye erişti isem buradan eriştim.

Yirmi iki senedir, Hâce Muhammed Tırmizî ruhaniyetine tâbi olarak RENKSİZ ve VASIFSIZIM!.. Eğer, bir kimse beni bilmek isterse, hâlâ bu zamanda da RENKSİZ ve VASIFSIZIM.

Bizler maksuda erişmeye vasıtayız. Sâliklere lazımdır ki bizlerden kesilip, maksuda ulaşsınlar.

İbadet, vücud irâs eder. Zira, kulun ibadeti, vücud istemektir.

* * *

Şeyh Ebül Hasan Harakanî Hazretlerinin sözlerindendir, buyurmuşlardır:

Şu yol ki Allâh’tan kula gider, cümle saadet içinde saadettir. O yol ki kuldan Allâh’a gider, cümle dalâlet içinde dalâlettir. Sâlikin mürşid sohbetine ihtiyacı bu yüzdendir. Başkaca istikametini tayin edemez.

Bize “kibir” atfetmişler. Bizim kibrimiz, kibir değildir; “Kibriyâ”dır!..

Bizler her ne bulduk ise, “fakr” sıfatı ile bulduk!..

Sofiyûnun, “Fakîr, Allâh’a muhtaç değildir” sözünden murat nedir diye soranlara; “Maksat, hakiki fakr’dır. Bu küllî istiğna makâmıdır!..” buyurmuşlardır.

“Fakr tamam olduğunda, O Allâh’tır” hadisi hakkında da; “Bu fakr, fenâi tamdır ki, husulünde, ehline Tecelli-i Zâtî vâki olur” demiştir.

Bir kimse, Allâh’ın ULÛHİYETİNİ tam marifetle Bihakkın bilse, o kimse sair eşyayı da keşif yoluyla bilir; bir mahiyet kendisinden gizli kalmaz. Zira, cemî eşya ve malûmat Hak Teâlâ’nın SIFAT ve ESMÂ’SININ ZÂHİRDE GÖZÜKMESİDİR.

Kalplerin vüs’ati (zenginliği) birdir, lâkin kalplerdeki marifetlerin vüs’ati bir değildir.

Kibar-ı ulemadan biri sordu ki: Seyri sülûktan maksat nedir?.. Hâce cevab verdi: Tafsili marifettir!..

Herât Melîki sorar Hâce Bahaeddin Nakşıbend’e:

Halvet der, encümen ne demektir?..

Zâhiren halk ile bâtınen HAK ile olmaktır!..

Bu mânâ insana mümkün ve müyesser midir?..

Eğer mümkün olmasaydı, Allâh, Kur’ân-ı Kerîm’de “Ricali ticaret, Allâh’ı anmaktan alıkoymaz” buyurmazdı.

Bazı şeyhler demişlerdir ki, velâyet Nübüvvetten ileridir;bu hangi velâyettir ki Nübüvvetten ileri olsun?..

Bundan murat enbiyânın velâyetidir; ki Nebi’nin velâyeti nebiliğinden faziletlidir!..

Rüyaların çoğu, asılsız vehimlerden ve hayallerden doğar; bazıları da dünyaya bağlılıktan doğar. Bazen de keşfi ilâhî ile olur. Ancak hiçbirisi de tâlibin terakki etmesine yarar sağlamaz. Bazı şeyhlerin bunlara kıymet vermesi, yeni başlamış veya başlangıçta olan yol ehlini alıştırmak içindir.

* * *

Hâce Bahaeddin Nakşıbend, riyâzatları ve bilhassa açlığı seyri sülûke esas tutarlarmış.

Açlık, susuzluk, riyâzat ve namaz ile mücahede etmedikçe, hiçbir kimse keşfe nail olmaz, şuhuda erişemez, dermiş.

* * *

Hâce Muhammed Parsâ, insanın hakikate ermesine, gerçeği görmesine engel olan “PERDE” konusunu şöyle anlatır:

Kul ile Hak arasındaki perde, kâinat içre sûretlerin (maddi- manevî) gönülde (şuurda) nakış yapmasındandır.

Bu nakışlar, perişan sohbetler yüzünden; renk ve şekilleri görmek ile daha da artar ve gönülde yer ederler. Kitaplar okumak, resmî sözler ve türlü kelimât deyip işitmek, bu nakışları dalgalandırır ve harekete geçirir.

Bunların cümlesi Hak Teâlâ’dan uzaklığı ve gafleti doğurur. Tâlibe, bunları ortadan kaldırmak, “yok” etmek mecburidir!

Öyleyse, lazımdır ki, hayal arttıran nesnelerden, bir yolunu bulup kaçınmak, uzak durmak suretiyle gönlü saflaştırıp Hakk’a yönelmek gerektir. Âdeti ilâhîdir ki, mihnet ve meşakkatsiz bu mânâ gerçekleşmez!..

Lezzet ve şehvetleri terk etmeksizin bu hâl hâsıl olmaz!..

Muhyiddini Arabî’nin kaleme almış olduğu “Fusûs” candır, “Fütûhat”(-ı Mekkiye) kalptir!.. “Fusûs”(-ül Hikem)i Bihakkın bilip anlayana Hz. Rasûlün mutabaati dâiyesi kesinleşir!..

* * *

Hâce Alâeddin Attar’ın bazı açıklamalarına kulak verelim:

Hâce Bahaeddin buyurdu ki: “Gönül hâlini sen nasıl idrak edebilirsin ki?.. Gönlün ululuğu beyana gelmez!.. Her kim ki gönülü bildi, maksudu bildi; ve gönülü bulan maksudu buldu!..”

Sâlikin yolunu bağlayan, KENDİ BENLİĞİDİR!.. Herkesin ilmi küllîye erişmesine engel, kendisinin cüz’i ilminden geçemediğidir.Ve dahi küllî (tümel) rü’yete engel, cüz’i (izafî) rü’yetinden geçememesidir.

Mülk ve melekût tâlibin gözünden silindikce “fenâ” hâsıl olur. Sâlikin kendi varlığı da kendinden örtüldüğünde “fenâ ender fenâ” olur!..

Asıl, “İLİM” yönüne uymak gereklidir.Yani, Muhyiddini Arabî hazretlerinin “Fütûhat”taki tâbiriyle, “iman ile ayânı (müşahedeyi) birleştirmek” bir kemâl ve hünerdir, ki bu her ârifin kârı değildir. Asfiya (Sâfiye mertebesi) ve efrâdı (Müferridûn) evliya kârıdır.

Müntehi (sona ulaşmış)sâlike râbıtaya lüzum kalmaz. Çünkü müntehi “terkin hakikatine” ulaşmıştır. Ona her şey cemâli mutlak âyinesi olmuştur.Ve vücudun künhüne mazhar olmakla, indînde derya ile damla, güneş ile zerre aynı değerlidir!..

Bu mertebeye vâsıl olmuşlara, Cemâl-i Mutlak’ı, mürşid aynasında görmek, kayd ve noksanlık olur.

Bu taifeyi telvin makâmından gayrı yerde bilmek olmaz. Bunları, temkin hâlinde bilmek, mümkün değildir!..

Sâdık sâlike lazım olan odur ki, daima, cismi ile şeriatta; aklı ve ruhu ile tarikat ve hakikatte; sırrı ile de (keyfiyetsiz) vuslatta ola!..

İhlâs-ı tam’a misal olarak buyurmuşlardır ki:

Mansur Hallac’a sormuşlar; “Kimin mezhebindensin?..”Rabbimin mezhebindeyim” demiş.

Ve Ayn’el Kudât Hemedânî dermiş ki: “Tâlibin işi mezheb sahibi iledir, mezheb ile değildir.”

Rüsum ve âdetleri (şartlanmaları) terk ediniz!.. Her ne ki halkın âdetidir, onun hilâfını işleyiniz.

Hz. Rasûl’ün (s.a.v) gönderilmesi beşeriyet rüsum ve âdetlerini bıraktırmak içindir.

 

Hâce Hz. Bahaeddin derlerdi ki:

Gerçi namaz ve oruç ve riyâzat ve mücahede Ahadiyet Takaddes ve Teâlâ hazretlerine erişme yoludur; amma benim indîmde nefy-i vücud (benliğin var olmadığını idrak) yolların en kısasıdır!..”

Şah Nakşıbend buyururlardı ki:

Biz, hakikat devletine erişmeye ancak vasıtayız... Bizden kesilip, hakiki maksuda erişmek gerektir!..

Sâlik, “Fenâ fillâh” mertebesine gelip, Allâhû Teâlâ’nın “BÂKΔ oluşuna ârif olduktan sonra, cümleden kesilmek gerektir!.. Bu, kâmiller ve mükemmiller makâmıdır.”

“Mecaz, hakikatin köprüsüdür” sözünden murat olur ki; zâhirî ve bâtınî, kavlî ve fiilî olan bütün ibadetler mecazdır!.. Bu yolun yolcuları, bu ibadetleri (mecazları) geçmedikçe, “Hakikate” vâsıl olamazlar!..

Hâce Hasan Attar bakalım ne diyor:

Bu taifenin sülûku, bütün sülûkların âlâsı, Hakk’a götüren yolların en kısasıdır!..

Zira bu sülûk, AHADİYET vechinden, varsanılan varlıklar perdesini kaldırmaktır!..

O vechi Ahadiyet ki, tüm varlıkta mevcut olandır!.. Mahv ile, fenâ ile mertebe-i vahdette!..

Öyle ki, bu sülûk, mahvı fenâ ile mâsivâyı (Allâh’ın gayrı kabul edilenler) tamamıyla yakar.

* * *

Hâce Ubeydullâh İmamı İsfahanî’den bazı beyanlar:

Kalp, dedikleri, “Hakikati camia-i İnsaniye”dir (her şeyi kendinde cem etmiş bulunan insanın hakikati). Ulvî ve süflî bütün kâinat bunun tafsilâtıdır.

Hâce Alâeddin Attar hazretlerinin sohbetine ilk gittiğim gün bana kendilerini şu beyti okudular:

Kalmasın “sen”den eser asla,

Kemâl, budur ancak!..

73 / 84

Bunlar da İlginizi Çekebilir

Bu Kitabı İndirebilirsiniz!