Ana-Babasız-Evlatsız

Yâ Gavs!.. Kullarımın faziletlisi ve sevgilisi onlardır ki; evladı ve ana-babası olup da kalbi onlardan fariğdir!.. Eğer, ana-babası ölse hiç hüzün çekmez! Evladı ölse yine kederlenmez!.. Kulum bu mertebeye ve menzile eriştiğinde, benim indîmde “ana-babasız ve evlatsız” “lem yelid ve lem yûled ve lem yekün lehu küfüven ehad” olur!

 

Risâle-i Gavsiye’nin bu bölümü, Vâhidiyet tecellisini yaşayanın hâlini tasvir buyurarak, misalini de İHLÂS Sûresinden veriyor.

İHLÂS Sûresinin çok geniş bir yorumunu, ALLÂH isminin işaret ettiği mânâyı ve ALLÂH’ın asla bir tanrı olmadığını Hz. MUHAMMED’in AÇIKLADIĞI ALLÂH isimli kitabımızda yapmıştık... TEK’lik, yani AHAD oluşun mânâsını iyi anlamak isteyen okuyucularımıza bu kitabı tavsiye ederiz. İşte burada, AHADİYET’in ne olduğunu anlayabilmek için gelinmesi zorunlu olan “Vâhidiyet” mertebesinin inceliğinden ve bu mertebede yaşanacak olan şandan söz ediliyor...

Normal bir insanın, elbette ki ana-babası ve çocukları vardır ve kendisinin, bunların bir parçası olması hasebiyle de onlara büyük bağlılığı mevcuttur.

Keza çocuklar yönünden de böyle...

Ancak burada belirtiliyor ki, kişi bu tür bağımlılıktan da kendini kurtarmalıdır...

Ancak burada kavranılması gerekli ve hatta zorunlu olan şu husus mevcuttur... Onlardan yani ana-baba ve çocuklardan kopmak, kalbinden onları atmak demek, fiilen onları terk etmek, demek değildir!..

Bilakis, onlara elinden gelen her türlü hürmet ve sevgiyi gösterip; her türlü hizmeti bedeninle onlara verirken; kalbinde de Allâh’tan gayrına yer vermeyeceksin, demektir!

Hatta, perdelerin birazcık kalkmışsa, göreceksin ki, onlara vermekte olduğun sevgi ve saygı gerçekte doğrudan Allâh’adır!..

Kişi, başlangıçta, “kopma”, “uzaklaşma”, “terk etme” gibi kelimelerle anlatılan hâllerin fiilen yaşanacağını zannederek; ana-baba, evlat, akraba ve yakınlarından ayrılması gerektiğini düşünür... Eğer bu konumda iken, yanında bu konuyu iyi bilen bir kişi yoksa, kendisini bu gibi konularda aydınlatıcı enîs bir refiki yoksa, son derece yanlış davranış ve fiiller ortaya koyar!.. Ana-babayı terk etmeye, çocuğunu kesmeye kalkışır, ki böylece onları kalbinden çıkarsın diye... Oysa bu türden fiiller son derece yanlış ve hatalı davranışlardır... Fiilî değil, kalbîdir yapılması gereken şey!

Hz. Rasûlullâh (aleyhisselâm), Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’i kucağına alır, sırtında taşır, onlara büyük sevgi gösterirdi...

Nice ehlullâh dahi, ana-baba hakkının gereği olarak, ne kadar büyük hizmetler vermişlerdir; konuyla ilgili kitaplarda bu bilgiler hep mevcuttur...

“Kalbini onlardan fariğ kılmak” diye anlatılmak istenen şey, fiilî değil, “şuursal”dır!.. Şuurunda, kendini bir “bilinç”, bir “şuur” olarak göremezsen, kendini et-kemik beden kabul edersen; ve bu tür yaşam içinde geçip gidersen, elbette ki ne kendi hakikatini tanımış olursun, ne de karşındakinin hakikatini tanımış olursun!

Esasen, ana-baba-evlat kavramı bu dünyada mevcuttur! “Cennette herkes 33 yaşında olacaktır” açıklamasını yapan Hz. Rasûlullâh (aleyhisselâm), ileride bu çeşit kavramların olmayacağına dikkati yeterince çekmiştir... Öyle ise, şimdiden, şuurdan bu kavramları çıkartmak gerekir!

Ancak, tekrar ediyorum, kavramın kalkması ana-babayı dışlamak, çocuklarınla ilgilenmemek değildir...

Aksine, bu idrake gelmiş bir kişi ana-baba-evlat ismi altında var olan gerçek varlığı müşahede edip, onlara elinden gelen azami hizmet ve hürmeti gösterir... Çünkü, hizmet ve hürmet ettiği varlık bilir ki Hakk’tır!

Bu anlattığımız işin bir mertebesi...

Bir de bunun üstündekilerin müşahedesi var ki, burada onlara da bir uyarı söz konusu...

Çeşitli Esmâ-i ilâhî’yi seyir hâlinde olanın, bilmesi ve müşahede etmesi gerekir ki; o isimler arasında, Allâh indînde bir fark yoktur! Bir ismin mânâsının zuhurunun, diğer bir ismin mânâsının zuhurundan farklı ve değerli olmadığını müşahede etmek zorundadır... Zira isimler arasında fark yoktur. Kısacası isimler tecellisinde, isimlerden birinin ağır basarak diğerinden perdelenme meydana getirmesi kişinin bir üst mertebeye urûcunu köstekler...

Melekût âlemi; Allâh’ın isimlerinin işaret ettiği mânâların zâhir olduğu bâtın âlemidir.

Zâhir âlemi vardır...

Bâtın âlemi vardır...

Ledünn âlemi vardır...

Ve bu âlemlere ait zâhir ilmi vardır, bâtın ilmi vardır ve ledünn ilmi vardır.

Bâtın ilimlerin taalluku, Melekût âleminedir.

Ledünn ilmi ise, Zâtiyûna has, Müferridûna has ikram yollu sunulan “İndAllâh”tan bağışlanan gaybî ilimdir.

Bu ilme nail olanlar, artık kişilik değer yargılarından arınmış olurlar; ve Allâh’ın âleme nazarı gibi bir nazar sahibi olurlar... Bu durum tasavvufta, “ALLÂH’IN AHLÂKI İLE AHLÂKLANMAK” diye tarif edilir.

“ALLÂH’IN AHLÂKI İLE AHLÂKLANMAK” demek, O’nun olabildiğince Esmâ’sının özelliklerini cem edip, o gözle âlemleri ve içindekileri değerlendirmek demektir...

Beşerî değer yargılarından arınıp; Allâh’ın indînde bütün isimleri ne anlam taşıyorsa, ne değer taşıyorsa, o anlam ve değerlere ulaşıp; âlemleri o nazarla seyretmek gerektir.

İsimler arasında fark gözetmek veya birinin diğerini meydana getirdiğini düşünmek ister istemez insanı isimler boyutunda perdeler ki, bu da urûcta hız kesici olur.

Ayrıca...

Burada şu incelik de mevcuttur;

Bir mertebenin diğer bir mertebeyi meydana getirdiğini düşünmek dahi hakikati hakkıyla yaşama hususunda insanı engeller!

Bir mertebede bulunan, kendisini meydana getiren bir üst mertebe olduğunu kabul ettiği anda, ana-babalı; kendisinin, altındaki mertebenin bulunduğu mertebeden meydana geldiğini düşündüğü anda da evlatlı olmuş olur... Oysa AHAD, ne “doğurmuştur” ve ne de “doğmuştur”!

AHADİYETİ itibarıyla Allâh’ı bilen kişi, müşahede eder ki; gerçekten Allâh, “doğurmamış” ve “doğmamış” AHAD’DIR! Bilinen ve okunan tüm mertebeler, hakikate ulaşmak için vesile olması yönünden kabul edilmiş itibari ve izafî anlatımlardır!..

Gerçekte her şey ve tüm mertebeler; sadece ve sadece Allâh’ın ilminde mevcut ilmî sûretlerdir ki, AHAD olan ALLÂH Â’MÂdadır!..

Her şey yoktan var olduğuna göre, yoktan var olan, “yok” demektir!

İşte bu yüzden de, âlemlerin aslı hayaldir, hayal ise yok hükmündedir, Bâkî Allâh’tır, denilmiştir...

“Doğurma” ve “doğma” kavramına gerçekte asla yer yoktur; çünkü ne doğuracak bir varlık vardır, ne de doğurulacak bir varlık vardır!

Allâh isminin müsemması, bu tür kavramları kabul etmez!

Allâh’ın indînden olan ilimle Allâh’ı seyreden de bu yüzden bilir ki, ana-baba ve evlatsızdır ve böyle bir şeyin düşünülmesi dahi muhaldir... 

67 / 84

Bunlar da İlginizi Çekebilir

Bu Kitabı İndirebilirsiniz!