Sayfayı Yazdır

“Sünnetullâh” (Allâh Sisteminin Değişmez Yasaları)

İsmi “ALLÂH” olanın yeryüzündeki en büyük mucizesi, MUHAMMED MUSTAFA (aleyhisselâm)’dır! O’nun beyni, hakikati ve beyni ile hakikati arasındaki iletişim, yeryüzünde açığa çıkmış en büyük mucizedir!

ALLÂH kulu ve Rasûlü Muhammed (aleyhisselâm)’ın en büyük mucizesi ise Kur’ân-ı Kerîm’dir!

Niçin?

Çünkü “ALLÂH” Rasûlü ve Nebisi olarak, ne kendisinden önce, ne de sonra (kıyamete kadar) hiç kimse O’nun açıklayıp bildirdiklerini açığa çıkaramayacaktır da ondan! Bu yüzden de O’ndan sonra Nebi gelmeyecektir.

Nedir bu mucizevî olay?

Kur’ân, iki ana fikir veya bölümdür birbirine girift hâlde:

1. “Tanrı ve tanrılık kavramı”nın geçersiz olduğunu vurgulayıp; ismi “ALLÂH” olanı bildirmek ve tanıtmak. (Bu Risâletin konusudur.)

2. “SÜNNETULLÂH” adıyla bildirilen evrensel sistem ve düzeni açıklamak; buna dayalı olarak, nelerin yapılmasının veya yapılmamasının insana yararlı olacağını bildirmek. (Bu da Nübüvvetin alanıdır.)

Yaşadığımız Dünya’da otomatik olarak tâbi olduğumuz yasalar ile, tüm evrensel yasalar Kur’ân-ı Kerîm’de “Sünnetullâh” olarak isimlendirilmiştir...

Stringlerin hareketinden; holografik gerçeklikten; evrenler arası ilişkilerden; evrenin enerji bütünselliğinden; kozmolojik ilişkilerden; insanın kendi yapısı ve özündeki Arş’ından Kürsî’sine, semâvatına ve yedi kat arzına kadar tüm ilişkiler yumağı, hep “Sünnetullâh” kapsamında gerçekleşir!

“Sünnetullâh” öncelikle şöyle bildirilmektedir:

Senden önce irsâl ettiğimiz Rasûllerimiz ile de ilgili sünnetimizdir! (Rasûller doğdukları yerden çıkarılırlar; ardından da onları çıkaran toplumlar helâk edilir!) Bizim sünnetimizde değişiklik bulamazsın. (17.İsra': 77)

Bu süregelen Sünnetullâh’tır! Sünnetullâh’ta asla değişme bulamazsın! (48.Feth: 23)

Arzda kibirlenerek (benlikle) ve kötülüğün mekrini (hilelerini) kurarak (uzaklaştılar)... Kötülüğün mekri ise sadece oluşturanları kuşatır! Acaba onlar, öncekilerin tâbi olduğu sünnetten (Allâh sistem ve düzeninden) başkasını mı bekliyorlar? Sünnetullâh için bir alternatif asla bulamazsın! Sünnetullâh’ta bir değişme asla bulamazsın! (35.Fâtır: 43)

Şimdi bir evrensel gerçeği vurgulayalım; bazılarının hafsalaları çok zorlansa veya alamasa da... Zira gerçek gerçektir!

Nokta’dan ilk açılımın olduğu andan, genişleyen evren gerçekliğine dayalı bir şekilde sonsuza dek tüm olan ve olacaklar, Yaratıcı Kudret indînde bellidir ve asla değişmez!

Nokta’dan ilk açılımın olduğu andan itibaren, sonsuza dek tüm olan ve olacaklar, Yaratıcı Kudret indînde bellidir ve asla değişmez!

Bu vurguladığım olay yanında, insanlık tarihinin yeri ise düşünebilenlerce takdir edilir ki, bir hiç mesabesindedir!

Evrende muhakkak ki insan aklının alamayacağı kadar canlı, şuurlu değişik türler mevcuttur;ve bunların tamamı dahi bu “Sünnetullâh” kapsamında değerlendirilir!

Bir ALLÂH Rasûlü uyarısını hatırlayarak konumuza girelim:

“Siz eğer benim bildiklerimi bilseydiniz, az güler çok ağlardınız!.. Rahat yataklarınızda yatamayıp “ALLÂH, ALLÂH” diye bağırarak dağlara kaçardınız!”

Acaba Allâh Rasûlü ne anlatmak istiyordu burada dersiniz?

“Sünnetullâh”ı eğer “OKU”yabilirsek...

Evren Anayasası’nın şu ilk maddelerini fark etmeye başlarız:

(1) Tüm yaratılmışlar, bilinçli veya bilinçsiz şekilde mutlak kulluklarını yerine getirmektedir; yaratılış amaçlarına hizmet eder şekilde yaşayarak!

Yedi semâ (yedi bilinç mertebesindeki tüm yaratılmışlar), arz (bedenler) ve onların içindekiler O’nu tespih eder (Esmâ’sının özelliklerini açığa çıkaran işlevleriyle her an hâlden hâle dönüp dururlar)! Hiçbir şey yok ki, O’nun Hamdı olarak, tespih etmesin! Fakat siz onların işlevini anlamıyorsunuz! Muhakkak ki O, Haliym’dir, Ğafûr’dur. (17.İsra': 44)

Semâlar ve arzda bulunan (tüm) canlılar ve melâike (ruhanî ve cismanî âlemlere ait varlıklar ve kuvveler), hiç kibirlenmeksizin (benliğe kapılmaksızın) Allâh’a secde ederler (Allâh’a mutlak teslimiyet hâlindedirler). (49. âyet secde âyetidir.) (16.Nahl: 49)

(2) İblis denilen varlığın isyanı dahi mutlak kulluğunun eseridir! Ne var ki mutlak kulluk ifası, tard edilme veya lânete (uzak düşmeye) engel olmaz!

(İblis) dedi ki: “Rabbim! Bende açığa çıkan Esmâ’n sonucu azdırman yüzünden, yemin ederim ki, arzda (bedenli yaşamlarında) onlara (suçları; Sünnetullâh’a göre perdelilik oluşturan fiilleri) süsleyeceğim ve onları toptan azdıracağım.” (15.Hicr: 39)

(3) Sünnetullâh’ta, ismi ALLÂH olanın “Kudret” sıfatı hâkimdir. İsmi “ALLÂH” olanın “Kaadir” sıfatı gereği, Sünnetullâh denen evrensel sistem ve düzen, her dem güçlünün güçsüzü yok etmesi şeklinde işler! İsmi “ALLÂH” olan, var ettiği sistemde “Kudret” sıfatını ortaya koyar. “Acz” ise sistemde yok olmak içindir! Dolayısıyla, sistemde duygulara ve beşerî değer yargılarına dayalı değerlendirmelerin hükmü yoktur! Acımak veya acınmak sistemin işleyişini etkilemez. Korunmak isteyenler için, içinde bulunulan ortamın gerektirdiği tedbiri almak zorunludur. Duygularına ve beşerî bakış açısına göre yaşayan, bu kararlarının sonuçlarını da yaşar!

Ey iman edenler! Nefslerinizi (benliğinizi) ve ehlinizi (bedeninizin gelecekteki karşılığını), yakıtı insanlar ve taşlar (tapındıkları heykeller, putlar türü cansızlar) olan Nâr’dan koruyun! Onda hükmedildiği üzere emredildiklerini yapan; kendilerine emrettiği konuda Allâh’a âsi olmayan, çok güçlü, çok şiddetli acımasız, melekler (kuvveler) vardır! (66.Tahriym': 6)

Sistemde duygulara ve beşerî değer yargılarına dayalı değerlendirmelerin hükmü yoktur!

(4) Her birim, her bir anda, kendisinden daha önceki süreçte açığa çıkmış olanın sonuçlarını ve gereğini yaşamaktadır; farkında olsa da, olmasa da! Bu, yaptıklarının cezasını (yani karşılığını) almasıdır. “Bugün”, “dünün” sonucudur; “yarın” ise “bugün”ün sonuçları yaşanacaktır! “Bugün”, yaşadığın andır! “Yarın” ise yaşadığın anın sonrası! Zerre kadar hayır yapan anında karşılığını alır; zerre kadar zararlı fiil ortaya koyan bunun da anında karşılığını alır. Ancak, alınan bu karşılık, beyindeki alındığı devre itibarıyla, kısa veya uzun zamanda belirgin olabilir! Çünkü ortaya konulan fiilin beyindeki hangi devrelerin faaliyeti sonucu oluştuğu, fiilin feedback şeklinde beyinde nasıl bir geri etkileşim oluşturduğu, ve dahi bu geri etkinin beyinde ne zaman hangi şartlar sonucunda devreye gireceği bizim tarafımızdan bilinemez.

Kitap (kişinin tüm yaşam bilgisi) ortaya konmuştur! Suçlu durumundakilerin hepsinin, o bilgilerden korkup ürpererek “Yandık şimdi! Bu nasıl ‘Kitap’mış (kaydedilmiş bilgi) ki, küçük - büyük demeden tüm düşünce ve yaptıklarımızı kaydetmiş!” dediklerini görürsün... Ne yapmışlarsa onu hazır bulmuşlardır! Rabbin kimseye zulmetmez. (18.Kehf: 49)

“Kaydedilmiş sayfaları açıldığında...”(81.Tekviyr: 10)

Kim bir zerre ağırlığınca bir hayır yaparsa, onu görür. (99.Zilzâl: 7)

Kim de bir zerre ağırlığınca bir şerr yaparsa, onu görür. (99.Zilzâl: 8)

(5) Her birim için sonsuza kadar sadece yapabildikleri ve yapabildiklerinin sonuçları söz konusudur. Yapmamış olduğunu veya karşılığından mahrum kalmayı getiren bir yanlışı telâfi edebilecek hiçbir mazeretin geçerliliği yoktur.

İnsan için yalnızca çalışmalarının (kendisinden açığa çıkanların) sonucu oluşacaktır! (53.Necm: 39)

Sünnetullâh

(6) Sistemde geçmişin telâfisi yoktur! Sistemde oluşlar sürekli bir ileriye gidişi oluşturduğundan ve yaşanılan hiçbir an’ın tekrarı söz konusu olmadığından geriye, DÜNE dönmek de imkânsızdır. Dolayısıyla geçmişin telâfisi yoktur! Yalnızca, yaşanılan an’ın değerlendirilmesi söz konusudur! Geçmiş geçmiştir! Geçmişin (ve dahi namazın) kazası da olmaz!

Eğer o ikisinde (semâlar ve arz) Allâh’tan başka tanrılar olsaydı, elbette o ikisi de düzenini yitirirdi! Arş’ın Rabbi Allâh, onların vasıflamalarından münezzehtir. (21.Enbiyâ': 22)

Yaptığından soru sorulmaz! Onlar sorgulanır (yaptıklarının sonucu yaşatılır)! (21.Enbiyâ': 23)

(7) Burada basîreti açılmayan, ölüm denen dönüşümden sonra ebediyen kör kalır!

Kim bu dünyada âmâ (hakikati göremeyen) ise o, gelecek sonsuz yaşamda da âmâdır (kördür)! (Düşünce) yolu (tarzı) itibarıyla daha da sapmıştır! (17.İsra': 72)

(8) İsmi “ALLÂH” olan, bu konuda yeterli bilgiye ve tefekküre sahip olmayanların sandığı gibi, uzayda bir gezegende yaşayan bir tanrı olmadığı için bir gün tanrının karşısına geçip neden türünden soru sormak da kesinlikle mümkün değildir!

(9) İnsan, sonsuz yaşama dönük ne elde etmek istiyorsa, Dünya’da iken bunun gereklerini yapma ve ruhuna bunu yükleme şansına sahiptir. “Ölüm” denen “boyut değiştirme” sonrası, ibadet denen beyin geliştirme çalışmaları söz konusu değildir. Ölümle buna dayalı tekâmül yolu da kapanır! Dolayısıyla yaşam, ibadet denen beyindeki Allâh isimlerine dayalı özellikleri açığa çıkarmak için tek ve eşi bir daha gelmeyecek yegâne şanstır. Bahanesi veya mazereti ne olursa olsun bunu değerlendirmeyen sonuçlarını ebeden değiştiremez!

Nihayet onlardan birine ölüm geldiğinde dedi ki: “Rabbim beni (dünya yaşamına) geri döndür.” (23.Mu'minûn: 99)

“Tâ ki (önemsemeyip) uygulamadığım şeylerde (iman üzere yaşamda, kuvveden fiile çıkarmadıklarımda) sonsuz geleceğime yararlı çalışmalar yapayım!”... Hayır (geri dönüş asla mümkün değil)! Öyle bir şey söyler ki geçerliliği yoktur (sistemde yeri yoktur)! Arkalarında yeniden bâ’s olunacakları sürece kadar, bir berzah (boyutsal farklılık) vardır (geri dönemezler; reenkarnasyon da {ikinci defa dünya yaşamı} mümkün değildir)! (23.Mu'minûn: 100)

Sur’a üflendiğinde (yeni bir bâ’s için süreç başladığında), o gün aralarında nispetler (beşerî, bedensellikten kaynaklanan mensubiyetler, akrabalıklar, etiketler; dünyada birbirlerini tanımalarını sağlayan görünümleri) olmayacak! Sualleşmezler de (dünyadaki nispetlere/iletişime göre birbirlerini sormazlar da). (23.Mu'minûn: 101)

(10) Her birim, incir içindeki çekirdek ya da spermdeki insan gizliliği gibi, kendisinden sonrakini içinde barındırır içinde bulunduğu boyuta göre. Velev ki, açığa çıkmasa...

(11) İnsanın farkı, kendi semâvatında yükselerek veya özündeki hakikat noktasına urûc ederek beşerî değer yargıları ve duygulardan arınmış bir hâlde, “halife” olmayı başarabilme olanağına sahip olmasıdır!

” ki sizi arzda halifeler olarak meydana getiren (hilâfet özelliği; meydana getirilmiştir, yaratılmamıştır. Bu ince ve derin düşünülmesi gereken bir konudur. A.H.)... Kim nankörlük eder (birimsel, bedensel zevkler ve kabuller uğruna halifeliğini örter) ise, onun (hakikatini) inkârı kendi aleyhinedir! Hakikat bilgisini inkâr edenlere bu inkârları Rableri indînde şiddetli gazap yaşatmaktan başka bir şey artırmaz! Hakikat bilgisini inkâr edenlere inkârları hüsrandan başka bir şey eklemez! (35.Fâtır: 39)

(12) Hedefine ulaşarak yeni bir boyuta sıçrama yapan bir tek spermin yanı sıra, milyonlarcası hedefe ulaşamamanın sonucunu yaşamaktadır ve onlara hiç acıyan da yoktur!

 

Bu arada bir de ekleme yapalım konumuza, “Sünnetullâh” ile “sünnet-i Rasûlullâh”ı ayrı şeyler diye öğrenmiş olanlar için.

Bazıları Allâh Rasûlü’nü, yetişme şartlanmaları ile “baba” gibi kabul ediyorlar. Hâlâ hiçbir şey anlamış değiller!

“RASÛL”ler birimizin, babası amcası falan değillerdir; ALLÂH Rasûlleri’dir... Tâ o devirlerden beri bu mahalle yaklaşımı ne yazık ki hâlâ devam etmektedir. Bunun ne demek olduğunu düşünemeyenlere zaten bir şey anlatmak mümkün değildir! İşte âyet:

Muhammed, sizin ricalinizden birinin babası değildir!.. Fakat Allâh Rasûlüdür; Nebilerin Hâtemidir (zirvesi - sonuncusudur)... Allâh, her şeyi (B sırrınca) Aliym’dir. (33.Ahzâb: 40)

Umarım artık O’nu baba gibi kabul etmeyi bırakıp, gerçek hüviyetiyle değerlendirirsiniz!

Tasavvurundaki tanrısına, “ALLÂH” adını etiketleyip göğe oturtan, sonra da yerde peygamberi olduğunu sananlar için, elbette ki “Sünnetullâh” diye bahsedilen ile “sünnet-i peygamber” ayrı ayrı şeylerdir! Biz, tasavvufun “vuf”una eremeyip “tasa”sında kaldığı için vahdet hikâyeleriyle uğraşan nice kişide dahi bu ayırıma rastladık... Bırakın, her şeye sırf zâhir gözüyle bakanları bir yana...

(O), hevâsından (hayalî şeyleri) konuşmaz! (53.Necm: 3)

Âyeti başlı başına yeterlidir düşünebilen beyinler için “Allâh Rasûlü ve Nebisinin sünneti”nin “Sünnetullâh” üzere olduğunun. Ayrıca bu konudaki değişik hadislerle konuyu detaylandırmaya gerek duymuyorum. İsteyen araştırsın bu konudaki hadisleri.

Kim olursa olsun, her birim “zerre”dir, “küll”e ayna olan; ve kendisindeki hakikatin özellikleriyle (Esmâ’sıyla) O’nun muradını zâhire çıkartır!

“TEK”ten “çok”a bakma yetisi kendisinde açığa çıkmayanların bu sırrı anlamaları mümkün değildir; velev ki taklit yollu kabul edebile...

“Kelime-i şehâdet”in anlamını idrak ederek söyleyebilen cennete girecek olandır!

Ne var ki Hz. Muhammed Mustafa (aleyhisselâm)’ın “tanrı peygamberi” değil, “ALLÂH kulu ve RASÛLÜ” olduğunun idrakinde olarak buna “ŞEHÂDET” edebilecek “İNSAN” sayısı da galiba o kadar fazla değildir yedi milyarlık Dünya’da!

 

24 Haziran 2005
Raleigh – NC, USA

Bunlar da İlginizi Çekebilir

Bu Yazıyı İndirebilirsiniz!