Anlayın!

İslâmiyeti, câmilerde anlatıldığı gibi zannediyoruz. Bütün mesele işin ne olduğunu bilememek!

Bütün sorunumuz, olayın gerçeğinin ne olduğunu bilememek, geçmişteki sembolik anlatımları bire bir gerçek sanmak, bizi tamamen yanlış sonuçlara yönlendiriyor!

Bırak bu saçmalığı! Bu devirde dinle mi uğraşılır? Dünyanı yaşa, gününü gün et” gibilerden telkin ve sözler duyuyoruz.

Çünkü, dinden anladığımız, sadece câmilerde anlatılan hikâyeler... Ama, işin hakikatini anladıktan sonra da artık kimseyi tutmak, engellemek, bırak demek mümkün değil!

Onun için benim size tavsiyem prensip olarak şudur:

Bütün bilgileri elinizden geldiği kadar çevrenizdekilere duyurun! Bildiklerinizi mutlaka paylaşın!

Göreviniz sadece bu olsun! Ondan sonra kişi ne yaparsa, sizin sorununuz değil artık. İster namaz kılsın, ister kılmasın; ister oruç tutsun, ister tutmasın... Bunlar sizin sorununuz değil!

Ama insanlar, dinin gerçek mânâda niçin bildirildiğini bilmedikleri için, ömürlerini boşa harcıyorlar. Boşa geçen ömrü telâfi etme şansları da yok! Giden gitmiştir... Geri dönüş yoktur!..

Çokları şöyle diyor: “Biz ne yaparsak yapalım, nasıl olsa yukarıdaki bizi affeder!

Yukarıda biri yok! Bunun farkında değiliz. İşin en kötüsü o!

Yukarıda bağışlayacak, cehenneminden çıkarıp, cennetine koyacak biri var zannediyoruz.

“ALLÂH” isminin işaret ettiği gerçek mânânın ne olduğunun farkında değiliz. “Affeder canım” diyorlar.

Kim affediyor? Kimi affediyor? Neyi affediyor? Niye affediyor?

“Allâh” ismiyle işaret edilenin ne olduğunu anlamak için birimi ve sistemi çok iyi gözlemek lazım.

Bu sebeple, benim üzerinde en çok durduğum konu bu!

“Allâh” isminin işaret etmek istediği anlamı, bu insanlar öğrenmelidir!

İnsanların felaketi, bunu anlamamalarından geliyor!

“ALLÂH” adıyla işaret edilen, bu evreni bir noktadan yaratan ve nice noktaların yaratıcısı; asla anladığınız gibi gökte oturan bir tanrı değil ki yukarıdan seni seyredip, seni imtihan edip, seni yargılasın!!!

Öncelikle bu gerçek, fark edilmelidir...

Sen “Allâh” için hiçbir şey yapmıyorsun!

Yani sen, ALLÂH için şunu şunu yapıyorum, diye düşündüğün anda, kendi hayalinde yarattığın ve tapındığın tanrından bahsediyorsun demektir.

Hz. Ömer de, öyle anlatıyor zaten... Diyor ki:

“Biz kurabiyelerden tanrılar yapardık. Önce karşısına geçip tapınırdık. Sonra da o kurabiyeleri bir güzel yerdik.”

Şimdi, Hz. Ömer’in kurabiyeden tanrısı gibi biz de kendi kafamızda, yukarıya bir yerlere tanrıyı oturtuyoruz. Sonra da; nasıl olsa O(!) bizi bir yerlere sokar, merhamet eder, deyip, her şeye boş veriyoruz!!!

Düşünmüyoruz ki; şu yemeği yemediğimiz zaman karnımız doymuyor! Yukarıdaki bizi doyurmuyor! Hastalandığın zaman ilaç almazsan, tedavini yaptırmazsan, yukarıdaki seni iyi etmiyor!

Bu kesin gerçekler gözümüzün önünde olduğu hâlde, hâlâ yukarıda biri var, o bizi bağışlar zannediyoruz. Bu kadarla kalmayıp, onun için namaz kılacağımızı, onun için oruç tutacağımızı zannediyoruz.

İslâm Dini kapsamında olan ve de yapmamız tavsiye olunan şeylerin hiçbirisi yukarıdaki birisi için, bir tanrı için değil; bizzat kendimiz içindir.

Nasıl sana tavsiye ile, “bu vitaminleri al, bunların faydasını görürsün” diye söylersem; sen bu vitamini benim rızam için, beni hoş ve memnun etmek için mi alacaksın?

Hayır! Kendin için alacaksın! Ben sana sadece yararı olacak şeyleri söyleyip, tavsiye ediyorum.

İşte Hz. Muhammed (s.a.v.)’in insanlara ilettiği teklifler de, insanların kendi yararları için olan çalışmalar... Ya bunları değerlendirirsin, yararını, faydasını görürsün; ya da ihmâl eder, sonucuna da sen katlanırsın, ondan sonra hayatın cehenneme döner.

O zaman da; “niye ben cehenneme gittim, cehennemde kaldım” dersin. İşte o zaman âyet tecelli eder...

“ALLÂH sizi cehenneme atmadı, siz kendi kendinizi cehenneme attınız...”

Niye böyle?

Çünkü, bilgisizlik yüzünden yapmanız gerekenleri yapmadınız. Sonucunda hayatınız cehenneme döndü. Meselenin esası bundan ibaret!

Gençler, bunu çok daha iyi anlıyorlar. Yaşlılarda bir şartlanma var, yılların oturttuğu ve betonlaştırdığı bir şartlanma...

Kavramlarda da ayrı düşünüyoruz. Dolayısıyla, gençler bu konuları daha kolay anlıyorlar.

Arapça olan, “nâfi” kelimesinin anlamı, “yararlı, faydalı” demektir. Ayrıca Esmâ ül Hüsnâ’daki isimlerindendir.

“Nâfilelerle” demek, “birtakım faydalı, yararlı çalışmalarla kişi ancak ALLÂH’a yakîn elde edebilir” demektir.

Yani taban, en alt sınır olan çalışmalar, zaten kişinin kendini toparlayıp, kurtarabilmesi için zorunlu olan şeyler... Ama kişi, ALLÂH’a yakîn elde etmek istiyorsa, bunu dışında daha birtakım yararlı, faydalı çalışmalar yapmak yani “nâfileler” yapmak durumundadır.

Farzları yerine getirmekle değil, fazladan yapılan nâfilelerle kişi yakîn elde edebilir.

“Tefekkür”, ALLÂH’a yakînin ilk basmağıdır.

Tefekkürü olmayanın yakîni oluşmaz!

Allâh’a yakîn elde etmek isteyen kişinin adım atacağı ilk basamak tefekkürdür.

Yani, nâfile yapılan ibadetler, tefekkür basamağına basıldıktan sonra kişide tesirini göstermeye başlar. Tefekkür yoksa, zaten bir yere varılması mümkün değildir. Çünkü insanı hayvandan ayıran özellik, tefekkür özelliğidir.

“Allâh” kelâmlarından sadece bir tanesidir “Kur’ân”!

“Tanrı” kavramı çok önemli! Üzerinde çok duruyorum. Ama burayı çok iyi oturtmamız lazım. Zira bu konu anlaşılamazsa, hiçbir yere varmamız mümkün değildir.

Bizde, doğuştan gelen veya çevreden yerleşen bir inanç var. O da, “tanrı” inancı! Biz buna, ALLÂH ismini taktığımız için de “ALLÂH’a inanıyoruz” diyoruz.

Hemen hemen hepimizde, Türkiye’de yetişmiş olan herkeste; “Biz ALLÂH’a inanıyoruz” diye bir inanç var. Fakat, “ALLÂH” kelimesini hep “tanrı” kavramı anlamında kullanıyoruz.

Ben tecrübelerle şunu gördüm...

Genelde yapımızda, yaratılışımızda olan tanrı inancı dolayısıyla biz, bu tanrı inancını kafamızdan tam olarak atamıyoruz.

Ne yapıyoruz?

“Allâh” ismi ile ilgili olarak bu ilimle öğrendiğimiz bilgileri kafamızdaki “tanrı” kavramına şırınga ediyoruz. “Tanrı” kavramını, “Allâh” kavramı ile aşılıyoruz. Ve, kafamızdaki “tanrı” kavramını Allâh’laştırıyoruz.

Dediğimi iyi anlayın!

Kafamızda veritabanımıza göre oluşturduğumuz “tanrı” kavramını “Allâh”laştırıyoruz. Böylece kendi yarattığımız “tanrı” imajını “Allâh” adıyla etiketliyoruz.

Hakkıyla ALLÂH’ı anlamış olmuyoruz.

“Allâh” adıyla işaret edilenin ne olduğunu anlayamadığımız için de, sistemde bir yığın aksaklıklar görüyor ve sualler soruyoruz.

Sistemde mevcut bağlantıları kuramamamızın, bu yüzden kafamızda beliren suallerin sebebi hep, “Allâh” adıylla işaret edileni anlayamamamızdandır.

İşin problemli noktası burası!

Varlıkta, çeşitli nesnelerin tasarrufunu görüyoruz. İnsanların, hayvanların diğer varlıkların, objelerin, o nesneler suretiyle dilediğini yapmakta olanın adıdır, ALLÂH!

Bu cümleyi kafanıza iyi not ediniz. Çünkü burası çok önemli!

Varlıkta algıladığın, gördüğün, bildiğin birimler ve nesneler suretiyle, dilediğini yapmakta olanın adıdır “ALLÂH”!

Sen bir varlık, bir nesne, bir obje düşünüp, bir de onda tasarruf eden ikinci bir varlık düşündüğün anda, tanrı kavramındasın, Hz. Muhammed (s.a.v.)’in anlattığı ALLÂH kavramından koptun ve uzaklaştın demektir.

“Allâh” ismiyle işaret edilenin ne olduğunu anlamak için birimi ve sistemi çok iyi gözlemek lazım.

Birimi ve sistemi gözlemleyip ne kadar anlayabilirsen, o kadarıyla da Allâh’ı anlayabilirsin. Başka türlü anlama şansın yok!

Senin bütün duyuların, her şeyi, hep beş duyuya bağlı olarak algıladıklarına bağlı olarak değerlendiriyor. Dolayısıyla, bunun dışında senin gözlemleme şansın yok!

Ya hayalinde bir şey yaratacaksın, ona “tanrı”lık vasfını vereceksin. Ya da gözlemlediğindir ama, gözlemlediğin kadarı ile Allâh’ı kayıt altına almayacaksın!

Yani, bunu yapıyor, öyleyse budur, demeyeceksin!

Ressam resim yapıyor. Her bir resim ressamın bir özelliğini yansıtır ama resim, ressam değildir. Resmi, ressamdaki vasıftan ayrı düşünemezsin. Çünkü onu ressam meydana getiriyor. Ama, ressamı da resimle kayıt altına alamazsın!

Sen beni tek bir kitabım ile kayıt altına alıp, “İşte Ahmed Hulûsi, bu kitaptaki bilgilerden ibarettir” diyemezsin. Çünkü, ben o kitabı yazdığım gibi 10-15 kitap daha yazarım. Onların dışında kafamda, daha yazmadığım birçok bilgi var. O zaman beni bir tek eserimle kayıt altına alamazsın.

Sen, “Allâh”ı bir tek “Kur’ân” ile de kayıt altına alamazsın!

Kur’ân, “insanlara” gelmiştir. Kur’ân, “insanların gereklerine göre” gelmiştir. Dolayısıyla, Allâh’ı Kurân’la kayıt altına alamazsın!

O’nun sonsuz kelâmından bir kelâm, bir kelimedir, Kur’ân!

Ve yaşadığımız âlem, O’nun sayısız sonsuz âlemlerinden bir âlemdir.

Daha biz, bu içinde yaşadığımız âlemi tam anlayıp, değerlendiremezken; bu âlem gibi sayısız âlemleri, varlıkları meydana getiren “Allâh” ismiyle işaret edileni ne kadar tanıyıp, anlayıp, yorumlayıp değerlendirebiliriz? 

Kasım 1996

Antalya

Bunlar da İlginizi Çekebilir

Bu Yazıyı İndirebilirsiniz!