Sayfayı Yazdır

Hz. Ebu Bekir’in Hastalığı

Ancak gene o günlerde, halkın bütün bu hislerini söndürüp, onları yeni bir üzüntüye boğan hâdise de Medine’ye ulaşıverdi...

Yüce İslâm’ın ulu ve eşsiz Halifesi Hz. Ebu Bekir es Sıddîk, bir sabah aniden, çok yüksek bir ateşle yatağa düşüverdi...

Rasûlü Ekrem’in ölüm ötesi hayata, sevdiklerinden bir çoğunun olduğu yere intikâl edip, Hz. Sıddîk’ı kendisinden ayrı bırakışı, Sıddîk-ı Ekber’i müthiş bir manevî çöküntüye uğratmış, günden güne erimesine sebep olmuştu...

Bundan başka, Hilafet mevkine geçirilmesi dolayısıyla; çeşitli isyan, dinden dönme hareketleri, yalancı peygamberlerin türemesi, Irak’ın fethi ve Suriye seferi gibi insanüstü çalışma isteyen meselelerle karşılaşması; O’nun gibi zayıf, nahif bünyeli, yaradılıştan ince bir ruh yapısına sahip, hassas insanı büsbütün yitirmiş, eritmişti...

Artık ömrünün son günlerini yaşadığını hissediyordu...

Hissediyordu, yakında dünya zindanından kurtulup, sevdiklerinin yanına ulaşacağını...

O sabah yıkanıp da dışarı çıkması, soğuk alması; hep ölüm denen beden ve boyut değişiminin, ecelin gelmesinin bir sebepler, bahaneler perdesiydi...

Allâh’a tam mânâsıyla âşık bir insandı!.. Zerre kadar gözü yoktu, ne dünya yaşayışında ne de malında!..

Sonraları yaşayan birisi onun hakkında şöyle demişti:

Ne Hz. Ebu Bekir, dünyayı ve içindekileri istedi; ne de dünya ve içindeki fâni şeyler O’nu...

Bir gün birisi O’na şu suali sormuştu:

Allâh’ı idrak etmek mümkün müdür?.. Allâh’ı hakkıyla idrak etmemiz istendiğine göre bunu nasıl başarabiliriz?..

O büyük irfan ehli, “SIDDÎKİYET” kemâlâtının getirdiği şu cevabı verdi:

Allâh’ı idrak, idrak edilemeyeceğini kavramaktan ibarettir!..

Öylesine güç, öylesine olgun bir imana sahip idi ki; Rasûl ve Nebiler hariç, yeryüzünde yaşayan bütün insanların imanı terazinin bir kefesine, O’nun imanı da diğer kefesine konsa, O’nun tarafı ağır basardı.

Rasûlü Ekrem, bâtını en mahrem tarafları ile O’na açmıştı!..

Burada bir de şu çok önemli tespiti vurgulamak istiyorum...

Bir kısım duygusal veya şartlanma yollu muhabbetleHz. Âli ve Hz. Ebu Bekir’i birbiriyle kıyaslıyan kişilerin, bu tavırlarıyla ilgili olarak şu gerçeği bilmemiz zorunludur...

Hz. Ebu Bekir, Efendimiz AleyhisSelâm’ın iki yaş küçük arkadaşıdır... Birlikte büyümüşler; birlikte yiyip içmişler; birlikte benzer düşünceleri paylaşmışlardır...

Hatta Rasûlullâh AleyhisSelâm bu konuda bir gün şöyle demiştir:

Ebu Bekir ve ben atbaşı gitmekteydik, fakat Rabbim beni tercih etti!..

Böylesine çok yakın iki arkadaşın paylaştıkları sırların neler olabileceğini artık ancak irfan ehli olan anlar!..

Hz. Âli’ye gelince ise...

Hz. Rasûlullâh AleyhisSelâm Rasûl olduğunda, Hz. Âli henüz bir çocuktu!.. Buluğa eriş ve tüm delikanlılık safhasıRasûlullâh’ın mükemmel terbiyesi ve O’na Allâh ahlâkını kazandırmasıyla değerlendi!..

Derûnî ve sır ilimlerin hepsini bizzat kaynağından edinmek fırsatını elde etti... Bunlarla da velâyet kemâlâtının zirvesine ulaştı... Onun bâtınî kemâlâtını bugün pek çok velî hayal bile edemez!..

Kısacası biri Rasûlullâh AleyhisSelâm’ın sayısız kemâlini ve hâlini paylaşan en yakın arkadaşı; diğeri ise O muhteşem zâtın kemâliyle yoğrulmuş ve şekillenmiş olağanüstü kemâlât örneği!..

Eğer birazcık basîretimiz varsa, bu ayrı kulvarlarda yürüyerek insanlığa ışık tutan ve sonsuza dek de yardımcı olacak olan bu çok değerli zâtlar hakkında kesinlikle ayırım yapmayız!

Bu gerçeği kısaca vurguladıktan sonra, gelelim konumuz olan Efendimiz’in en yakın arkadaşına gene...

Bu üstün imanı, bu ihsan edilmiş bâtın nimeti dolayısıyla, Rasûlü Ekrem O’na, Sıddîk olduğunu müjdelemiş, o makâmı kazananların dahi büyüğü olduğunu bildirmişti...

Sıddîkların da büyüğü, en yükseği, yani “Sıddîk-ı Ekber”…

O, artık o büyük günün, kurtuluş gününün yaklaşmış olduğunu hissediyordu...

O, artık sevdiklerine kavuşacağı günün çok yakın olduğunu hissetmekteydi...

İşte bu sebepledir ki, ateşinin yüksek olduğu bir anda yanına yaklaşıp da:

− Sana doktor çağırsak iyi olacak?..

Diyenlere:

− Doktor bana baktı!..

Cevabını verdi...

Anlamadılar… Veya anlamak istemediler... Sordular:

− Eeee, ne dedi doktor?.. Ne tavsiyede bulundu?..

Doktorun tavsiyesi, insanoğlu için çok önemli bir ilaç idi.

İmansızlık denen hastalığa müptela olanların veya iman denilen hassası zayıf olup, her şeyi sadece kendi gücü ile kazanabileceğini, yapabileceğini sanan; ve böylelikle, bütün gücünü kuvvetini, vaktini ona harcayıp, esas yapılacak işi unutan; bu yüzden de ileride çok pişman olacak kişiler için, çok, ama çok hem de pek çok muhtaç oldukları bir tavsiye idi, O’na bakan doktorun tavsiyesi...

Hep beraber kulak verelim bu tavsiyeye...

Hep beraber dinlemeye çalışalım bu tavsiyeyi...

Hep beraber anlamaya çalışalım bu tavsiyeyi...

Sonra da bütün gücümüzle; anladığımız kadar da olsa, yolumuzu aydınlatmaya çalışalım bu tavsiye ile...

Evet, İslâm’ın ulu ve eşsiz halifesi, Rasûlü Ekrem’den sonra en büyük insan, Hz. Ebu Bekir es Sıddîk’a her mevcudatın, TEK MUTLAK Doktoru; en sevdiği yaratığının, Efendimiz’in en yakın arkadaşına şu tavsiyede bulundu:

− BEN DİLEDİĞİMİ YAPARIM!..

Hastalığı; kendisini, sevdiklerine, sevdiklerinin yanına gitmesi için geçmesi lazım gelen kapıya, ölüme götüren şey artıp da, dışarı çıkacak hâli kalmayınca, imamet mevkine Hz. Ömer’i geçirdi...

Kendisinden sonra, o mevkiyi dolduracak insanın, ancak O olabileceğini, Rasûlü Ekrem de söylemişti hayatta iken zaten.

Daha sonra, ashabın ileri gelenlerini çağırtarak, gene de onların payı bulunmasını istedi ve Hz. Ömer’i kendisinden sonra Halife tayin edeceğini, bu hususta ne düşündüklerini sordu:

− O’ndan ehil olan yoktur içimizde!..

Dediler, danıştıklarının hepsi de...

46 / 47

Bunlar da İlginizi Çekebilir

Bu Kitabı İndirebilirsiniz!