Kabir Sorgusu

Sorular hiç bitmiyor!.. Öğrenilecek şeyler sonsuz!.. Öğrenecek süreç kısa... Üstelik pek çok gerçek 1400 yıl öncesinin o günkü toplumsal şartları içinde açıklanmış, sembollerle, mecazlarla, işaretlerle...

Şimdi gene düşünmeye başlayalım...

Bir sahih hadiste, kişi mezara konduğunda Münker ve Nekir adlı iki meleğin şu soruları soracağı bildirilir;

“Men Rabbüke?

Men Nebiyyüke?

Ma Kitabüke?”

Bu hadisle ilgili çeşitli sorular, olayı daha iyi anlamak isteyenler için akla takılabilir...

Mesela...

Bu melekler nedir? Nereden gelmektedir? Nasıl gelmektedir? Sûretleri kendi orijin, devamlı sûretler midir, yoksa kişiye göre değişken midir? İstisnasız, her ölen insan bunu yaşar mı?

Melek kavramı ile ilgili önceden yazdıklarımızı hatırlarsak...

Melek; eni boyu, şekli, hacmi, ağırlığı olmayan; kısaca, bildiğimiz madde şartlarıyla alâkası olmayan bir yapıyı tarif etmektedir. Bu durumda da bir mekânsal geliş elbette söz konusu değildir!.. Hatta varlık âleminde belki bir katmandır veya boyuttur diye söylenebilir.

Bu durumda evrende var olan varlığın holografik esasa göre yaratılmış olduğunu düşünürsek, bu ve diğer isimlerle adlandırılan tüm meleklerin (ya da melekûtun) yani kuvvelerin insanın varlığında bir boyut olarak yer aldığını ve dışardan gelmesinin söz konusu olmadığını fark ederiz.

Şimdi bu durumda asli yapısı itibarıyla “NÛR” olarak tarif edilen bu meleklerin (melekelerin) kişi bilincinde, kişinin veritabanına ve hâleti ruhiyesine göre beynin oluşturduğu sûretlerle açığa çıktığını anlarız. Beyindeki tüm verilerin ruha yüklenmesi ve artık kişinin ruh bedenle yaşaması dolayısıyla, Dünya’daki veritabanı bu süreçte de aynen geçerli olmaktadır.

Demek oluyor ki, her kişinin hakikatinde bir boyut olarak yer alan bu sorgulama kuvvesi, her kişi kabre konduğunda, kişinin bilincinde açığa çıkıp, içinde bulunduğu yeni boyut şartları konusunda kendisini sorgulamaktadır!..

Her kişinin hakikatinde bir boyut olarak yer alan bu sorgulama kuvvesi, kişi kabre konduğunda bilincinde açığa çıkar.

İşte kişideki bu sorgulanma yukarıdaki üç konuda olmaktadır.

Niçin men “ilâhüke” değil de “Rabbüke” denmektedir? Bu soru kelimeleriyle anlatılmak istenen şey nedir?

İlâhiyet bir dış varlıktan söz eder. Rubûbiyet ise varlığın oluşumunda, onun özündeki bir boyuttur.

Bu sorunun cevabı, o ortam şartları içinde, hâl ve HİSSEDİŞE DAYALI OLARAK, kendisinde otomatik olarak açığa çıkan bilgi ile “Rabbim Allâh”tır olmalıdır... Hatta, “B” sırrına dayalı bir biçimde!..

Tekrar uyarayım, cevap, kuru lafız olarak değil, papağan tekrarı kelime olarak olmayacaktır!.. Buradaki sorgulama bir yaşam şekli ve sürecidir; test usulü bir sorgu değil!..

Hemen her kişi ölümü tattığı anda bir şok yaşar âdeta!.. Zira dünya yaşamında hiç düşünemediği kapsamda, değişik bir yaşam türü gerçeğiyle karşı karşıya kalmıştır.

Bu evrede HER kişi tüm geçmişini sorgulamak durumundadır otomatikman... Yanlışları ve doğruları neydi acaba?

Evet, kabir âlemine geçen HER kişi içine girdiği bu yeni ortam ve şartlar doğrultusunda MECBUREN bu defa inancını sorgulamaya; inanç ve ölüm ötesi yaşama hazırlık konularında nerede isâbet edip, nerede hata ettiğini tespit etmeye başlar. İşte bu süreç, Münker-Nekir adlı meleklerin kendisinde açığa çıktığı evredir.

HER kişi, kendisine tümüyle değişik gelen bu ortamda, içinde bulunduğu yaşamın gerçeklerine karşı kendisinin ne kadar hazır olduğunu sorgulamak durumundadır.

Dünya’da iken yaşanmış olan iki tarz yaşam vardır...

Ya “Allâh” ismiyle işaret edileni anlamak ve bu anlayışa dayalı olarak dünya yaşamını, tarzını tercih etmiş olmak...

Ya da bu gerçeği fark edememiş olarak; bir dış objeye, ötede, öteNde bir tanrı-ilâh var zannı içinde, sistemin gerçeklerine uymayan yaşam tarzı ile dünya yaşamını noktalamış olmak!..

ŞUNU FARK EDELİM...

Çeşitli isim ve sıfatlarla anlatılan olayları, genelde yaptığımız gibi, bu isim ve sıfatların anlamından yola çıkarak deşifre etmeye kalkarsak bu çok çetrefilli bir yoldur ve olayın gerçeğine isâbet etmemiz de hayli güçtür!.. Çünkü kelimeler yaşanılanı anlatmada hayli yetersizdir. Bu yetersizlik dolayısıyla da kelimelerden gerçeğe ermek hayli zor olur.

Bunun misalini şöyle vereyim. Bir rüya görürsünüz ve o süreçte neler yaşarsınız, hissedersiniz. Ancak uyanıp da bunu bir başkasına anlatmaya kalktığınızda rüyada görüp yaşadıklarınızı ne oranda karşınızdakine aktarabilirsiniz kelimelerle!??

İşte Rasûller ve Nebiler de bilinç boyutu algılamasında, zaman zaman vizyonlarla da desteklenen bir biçimde, pek çok şey algılar ve yaşarlar; ama ne çare ki bunları kelimelere dönüştürerek karşılarındakilere anlatmak durumunda kaldıklarında son derece yetersiz kalırlar anlatımda.

Bu sebepledir ki, bize böyle bir kelimesel bilgi ulaştığında, acaba yaşanılan neydi ki bu kelimelerle bize aktarılmaya çalışıldı diye düşünmek, konuya nüfuz edebilmek için son derece yararlı bir yoldur.

Buna karşılık, “yaşanılan neydi” deyip onu algılamaya çalışarak, “hâlden kâle gelmek” gerçekten çok kısa ve net bir yoldur.

Kelimeler ise insanın hissedip yaşadıklarını anlatmada çok yetersiz ve zayıftır.

Tekrar gelelim ana konumuza...

Kişi; “Allâh” adıyla işaret edilen gerçeğine uygun yaşamışsa; acaba, bunun yanı sıra, Nübüvvet kemâlâtından gelen bilgileri de değerlendirip, yaşamına buna göre yön verebilmiş midir?..

Burada niçin “men Rasûlüke” denmiyor da, “men Nebiyyüke” deniyor?

Oysa gerek kelime-i şehâdette gerekse Kur’ân-ı Kerîm’de bir çok âyette hep “Rasûle iman”dan söz edilmektedir.

Bunun iki cevabı var...

Birinci cevap şu... Risâlet kemâlâtı, varlığın hakikatinden haber verir... Bu da ilk sorunun cevabıyla alâkalıdır.

İkinci cevap ise... İçinde bulunulan şartlarda kişiye yarar sağlayacak şartlar, Nübüvvet kemâlâtından gelen bilgileri değerlendirmiş olup olmadığıdır.

Mesela, ibadet adıyla işaret edilmiş çalışmalar, hep Nübüvvet kemâlâtıyla tespit edilmiş, insanın ölüm ötesi boyuttaki ihtiyaçlarına yönelik gerekli çalışmalardır.

Kişi bu ibadetleri yerine getirerek, belirli enerjiler, kuvveler kazanır ve bu kuvveler ile, içinde bulunduğu ortamın kendisine azap veya sıkıntı verecek olan şartlarına karşı koyar.

Eğer Nübüvvet kemâlâtından gelen bu bilgileri değerlendirmemişse, bu yolda yapılması zorunlu ibadet ve çalışmalar yapılmamışsa, bu defa o çalışmaların getirisi olan nûrdan, enerjiden, kuvvelerden mahrum kalacağı için kabir azabı çekmeye düçar olur!..

Kabir azabı; kişinin geçtiği boyuta dünya yaşamında hazırlanmaması, edinmesi gereken kuvveleri edinmemesi, ruh bedenini yeterli ölçüde kuvvetlendirmemesi dolayısıyladır fark edileceği üzere...

AHMED HULÛSİ

1999

Bunlar da İlginizi Çekebilir

Bu Yazıyı İndirebilirsiniz!