Sonuçta açık veya örtülü, olay aynıdır!

Kişi ve ÖTESİNDEKİ tanrısı!

Esasen, yukarıda sıraladığımız görüşlerin tümü de eksik, yetersiz ve insanın geleceği açısından işlevsizdir; İslâm adıyla anılan “DİN” öğretisi yanında! Çünkü, “İSLÂM” adı ile işaret edilen “DİN” anlayışında açıklanan “Sünnetullâh” vurgulaması ve açıklaması hiçbirinde yoktur! Dolayısıyla “Sünnetullâh”a dayalı bir biçimde SON NEBİ’den gelen, insanın geleceği açısından çok önemli teklif ve uygulamalar da başka hiçbir anlayışta bulunmaz.

Yeryüzünde yaşamış en muhteşem beyin, kişilik ve sonsuzluğun en muhteşem Ruhu, Allâh kulu ve Rasûlü Muhammed Mustafa (aleyhisselâm)’ın bildirdiği adı İslâm olan tek gerçek “DİN” anlayışını kavramış ve benimsemiş olan Müslümanlara gelince...

Onlar ötelerinde, yukarıda, gökte, uzayda bir tanrıya değil; o yüce Rasûl’ün “Allâh” adıyla işaret ettiğinin, Kur’ân-ı Kerîm ile açıklanan özelliklerine iman ederler... Bu konuda yakîne erip ikân sahibi olmaya çalışırlar! Bu konuda elde ettikleri yakîn yanı sıra, “Sünnetullâh”ı fark edip, anlayıp, gereğini yaşamaya çalışırlar!..

İŞTE GELDİK BUNDAN ÖNCEKİLERLE EN ÖNEMLİ AYRIM, FARK NOKTASINA!..

Evet, geldik Allâh Rasûlü ve son Nebisi Muhammed Mustafa (aleyhisselâm) ile kendisinden öncekilerin en önemli fark ve ayrım noktasına...

İslâm adıyla tanıtılan “DİN” anlayışının düşünsel temellerini fark etmek isteyen kişiler ister istemez “Tasavvuf” diye isimlendirilmiş alana girerler. Bu sorgulama ve ötesindekileri idrak yolculuğu, ismi “ALLÂH” olanı tanıma ve idrak yolculuğunun birinci bölümüdür.

Tasavvufî tâbiriyle fenâfillâh denilen bu yolculukta, kişi kendisinin ve evrenin “var”lığının gerçekte ismi “Allâh” olan indînde “yok”luktan ibaret olduğunu; “Yok”tan yaratılmış olduğunu; gerçekte yalnızca “var” olanın “ALLÂH” ismiyle işaret edilen olduğunu fark eder... Bu fark ediş, sonuçta kendi “yok”luğunu, “HİÇ”liğini fark etmesi realitesine erer! İdrak veya anlayışının “yok” olduğu noktadır bu! “Vahdet” anlayışından çıkılarak yürünülen “Seyri âfakî”de ise, önce kademe kademe tüm varlığın gerçekte “birimlerden oluşmamış tek bir varlık olduğu” yani Tekillik-Vâhidiyet fark edilir; sonra kapasite elverirse bu anlayış “Ahadiyet” yani “HİÇ”likte noktalanır! Sonuç, mutlak karanlık yaşantısıdır; “âmâ”dır bilinç açısından! İsmi “ALLÂH” olanın, “Ahadiyet”, yani “HİÇ”lik sıfatı dolayısıyla, tefekkürün söz konusu olmadığı bu mertebenin yaşantısından dahi söz edilemez!

Ve bundan sonra nasiplileri için “bakâbillâh” kemâlâtı başlar...

“Sünnetullâh”ta yaşam!

Algılanan ve algılanamayan tüm yapıyı, ilminde, ilmî sûretler hâlinde kendi sıfat ve esmâsıyla yaratan, “yok”tan “var” kılan; onların, her an yeni bir şan (oluş) ile sonsuza dek kulluklarını ortaya koymalarını dilemiştir.

Bu nedenledir ki, evren içre evrenler, belli bir sistem ve düzen içinde açığa çıkmışlardır; ve dahi varoluş amaç ve sistemlerine göre de varlıklarını oluşturan sıfat ve esmâ var oldukça yaşayacaklardır!

İşte bu Sünnetullâh kapsamında Dünya üzerinde açığa çıkmış insan bilinci, bir yandan varlığın ve varlığının hakikatini anlamaya çalışırken; diğer yandan da, varlığını nasıl ve ne şekilde sürdürmesinin, yarını için nasıl daha hayırlı ve olumlu olacağını sorgulamak durumundadır!

Bu soruya cevap ise, en mükemmel şekliyle Allâh Rasûlü ve son Nebisi Muhammed Mustafa (aleyhisselâm) tarafından gelmiştir.

Vahye dayanan Muhammedî öğreti; tanrısal kökenli olmadığı içindir ki “LÂ İLÂHE=TANRI (tanrısallık kavramı) YOKTUR” ile başlamış; ve “illâ ALLÂH” diyerek devam etmiştir! “Tanrısallık kavramı yoktur, yalnızca ismi ‘ALLÂH’ olan vardır; ki bu yüzden de bir dış varlığa tapınma söz konusu olmayıp, ‘Sünnetullâh’ gereği yapılası uygulamalar yani ‘ibadet’ gereklidir” denilmiştir anlam itibarıyla.

Evet, geçmişteki bazı tespitlere artı olarak gelen “Sünnetullâh” bilgisi, konunun, ismi “Allâh” olanı fark ettikten sonraki en önemli bölümüdür.

24 / 109

Bunlar da İlginizi Çekebilir

Bu Kitabı İndirebilirsiniz!