“Var”ını “yok” eyle vahdette,

Visal, budur ancak!..

Hâce Ahmed Semerkandî hakkında “Nefâhat”te şu malûmat vardır;

Mevlâna CÂMİ buyururlar ki; Ahmed Semerkandî’nin el yazısıyla “Fusûs-ül Hikem”in sonuna yazılmış şu ibareleri gördüm:

Hz. Risâletpenah sallAllâhu aleyhi ve sellem bana, “Fusûs-ül Hikem” dersi vermeme işaret buyurdular.

Ve sualim üzerine, Firavun hakkında Muhyiddini İbnül Arabî’ nin yazdığına itikad ve iman etmemi emr ettiler... Sordum ki:

“Yâ Rasûlullâh, vücud hakkında ne buyurursunuz?..”

Buyurdular ki:

“Görmez misin ki, vücud kadimde kadim, ve hâdiste hâdistir!.. Ente ilâhun ve ente me’lûhün!.. (İlâhiyet ve kulluk sende bir aradadır.)

“Yani, sen ilâhsın: Sıfatı ilâhîye’nin sende zuhuru ve Ulûhiyete mazhar olman sebebiyle; ve sen me’lûhsun, mukayyetliğinden, taayyününden ve mahlûkiyetinden ötürü.”

* * *

Mevlâna Nizamüddin Hâmuş;

Bu âlemde ve bütün âlemlerdeki mevcudat ve ayân, hakikate ermişlerin indînde, Esmâ-i ilâhîye icabı zuhura gelmiş şuuru ilâhîyeden başka bir şey değildir!.. Ve, Muhyiddini Arabî’nin “ayân vücud kokusunu koklamadılar” sözü gereğince, kendi vücudları yoktur; bizâtihi “yok”turlar!..

Bu takdirde, herkeste, her şeyde zâhir olan cemâl ve celâl kemâlâtı, tamamıyla nisbî ve izafîdir.

Hakikatte, bunlar, ilâhî hakikatlerdir ki, ezelî ilim sûretleri muktezasınca zuhur etmiştir!..

* * *

Hâce Saadeddin Kaşgarî;

Allâh âdetidir ki, mihnet ve meşakkat çekmeden, lezzet ve şehvetler terk edilmeden Hakk’a erişilmez,menzil alınmaz.

Senin Hakk’a vuslatın, “sen”in “yok”luğunu idrakından ibarettir!..

Zikir, harf ve ses elbisesinden soyunup, arapça veya farsça olmaktan öte, tüm evrensel mânâlardan arınmış olunca meyve verir!..

* * *

Hâce Ubeydullâh Ahrar;

Seyyid Kâsım Tebrizî, Ubeydullâh Ahrar’ı ilk görüşünde ismini sorup; Ubeydullâh olduğunu öğrendiğinde; “İsminizin hakikatine erişmeniz gerekir” dedim.

“Reşâhat” isimli eserin yazarı izah ediyor:

“Abdullâh” ismiyle isimlenen zevât kimlerdir bunu bilmek gerek. İsmi Zât, ihâta hassasiyetiyle bütün sıfatları içine alır. İsmi Zât’a ârif olan, cümle Esmâ’ya ârif olur!.. Bu yüzdendir ki, her ârife, “Ârifi Billâh” denilmez.

Şimdi, “Abdullâh” ismiyle müsemma olmak o Veliyy-ül Kâmilimükemmil hakkıdır ki, şuhudu Tecelli-i Zâtî ebedî ile tahakkuk etmiş olmalıdır. Şuhudu Tecelli-i Zâtî odur ki, ondan sonra hicap yoktur.Bu makâm asâletenHazrete Seyyidül Enbiyâ Muhammed Mustafa sallAllâhu aleyhi ve sellem’e aittir.

“Elhamdulillâhi Rabb-ül alemîn”in mânâsını açıklarken buyurmuşlardır ki:

Hamd’ın nihayeti odur ki, kul, kendi mazharında hamd edenin Hak Teâlâ olduğunu bile; kendisinin “yok” olduğunu bile; Zât, Sıfat, Efâl’de kendinin bir şeyi olmadığını göre.

“Allâh de, ötesini bırak!” âyetini şöyle anlatmıştır; Sıfatı bırak, Zâta dön!..

Zikrin hakikati, harften ve sesten münezzeh bir şeydir. Gönlün hakikati de bir lâtife-i müdrikeden ibarettir ki, bu da keyfiyet ve kemiyyet kayıtlarından münezzehtir!..

Bir gün Nizameddin Hâmuş huzuruna gittim, bana sordular:

Susmak mı iyidir, konuşmak mı?.. Sonra gene kendileri cevapladı:

Eğer kendi “benliğinden” kurtuldu ise, her ne işlersen mâni değildir!.. Eğer, “benliğin”leysen her ne yapsan zarardır!..

Bu konuda Ebu Saîd Ebi’l Hayr’ın şu beyti meşhurdur:

Seninle her mecazım, namazdır!..

Sensiz her namazım, mecazdır!..

“Mutlak fenâ”nın mânâsı, sahibi fenânın kendine şuuru olmaması demek değildir.Fenânın mânâsı şudur ki,zevkân(hissedip yaşayarak)vasıfların ve fiillerin “benliğine” isnadını kaldırıp hakiki fâilin Allâh olduğunu ispat eyleye!..

“Şuhud”un iki mânâsı vardır;

1. Zât-ı mukaddesi, mazharlar perdesinden “ferd” olarak müşahede eylemektir, ki buna, “kesrette ahadiyet” denilir.

2. Zât-ı pâkı mezâhir libası ile zuhurdan mücerred görmektir.

Kibir ikidir…Birisi, malûm olan kibirdir ki yerilmiştir.İkinci kibir ise, Hak Teâlâ’dan gayrıya teveccüh etmemektir. Ki bu kibir asıldır ve fenâya ulaştırıcıdır.

Kader sırrına vâkıf olanlar rahattadırlar. Zira, tecellilere mazhar olan varlıkların tamamıyla “yok” olduklarını, vücudları bulunmadığını; bütün görülen ve algılanan şeylerde zâhir olanın Hak olduğunu bilirler!.. Bu istirahatleri, denizde kaybolan dalganın istirahati gibidir.

* * *

Hâce Abdurrahman Câmi;

Afiyet odur ki, “sen”liğinden kurtulmuş olasın!.. Sonra, ister bir bucakta otur, istersen halk içinde ol!..

Zâtî muhabbet, sebepsiz (beklentisiz) muhabbettir!.. O muhabbet ki, lütuf gördüğünde sevsin, kahır gördüğünde terk edip gitsin, Zâtî muhabbet değildir!..

Gizli, ayân hep SEN imişsin, “ben” gâfil;

Gönül ve can SEN imişsin, “ben” gâfil;

Cihanda senden nişan aradım;

Meğer cümle cihan SEN imişsin; “ben” gâfil!..

Kâinat kitabını yaprak yaprak aradım; Zât-ı Hakk’tan ve şuûnundan (fiilerinden) gayrı bir şey görmedim, okumadım!..

Hak vücudu bir deryadır, artmaz, eksilmez. Yüzündeki dalgalar ise her an değişir. Âlem, bu dalgalardır!.. İki zaman değil, iki anda bile bâkî değildir.

Ne vakte kadar cisimlerden, ölçülerden, yönlerden söz edeceksin?.. Daha mı maddeden, hayvandan ve nebatlardan bahsedeceksin?..

Zâtlar yoktur, bir TEK ZÂT vardır!..Çokluk vehmi, O’nun şuûn ve özelliklerinden doğmadır...

Cümle âlem hayaldir; amma hayalde hakikat görüntüleri her an ve ebeden cilve göstermektedir!..

Kevn-i mekânda TEK NÛR’dan başka bir şey yoktur.Bu NÛR, zuhurlarda zâhir olmaktadır. Hak, NÛR’dur; ve zuhurları âlemlerdir!.. Tevhid budur, ötesi gururdur!..

Ben, “HİÇ”im!.. Hiçten de öteyim!.. “HİÇ” olandan, hiçlikten başka ne meydana gelebilir?..Hakikatler esrarından söz etsem, “ben”im lâfızdan gayrı neyim var ki?..

Hakk’ın mahiyeti vücuddan ibarettir!.. O’nun vücudunda tenezzül, tagayyür (dönüşme), tebeddül (değişme) ve tekâsür (çoğalma) yoktur!.. İlmin ve şuurun ihâtasından hariçtir!..

Ne mutlu şu kimseye ki, “bâtın” ve “zuhur” âleminin dışındadır!..

Asla cüzü küllden ayrı bilme; ve aslamukayyede (kayıtlıya)düşüp mutlaktan kalma!

Sonraşuur, Esmâ’sınınkemâlinden ötürü, harekete gelerek tahakkuk ve zuhura meyl etti.

* * *

Değerli okurlarım;

Bu bölümde size “Nakşıbendî” silsilesi içinde yetişmiş çok değerli, bir kısım evliyaullâh‘tan çeşitli açıklamalar naklettim.

Bu açıklamalar, hassasiyetle tetkik edildiği zaman şu görülecektir: Gavs-ı Â’zâm Abdülkâdir Geylânî hazretlerinin bize ışık tuttuğu gerçekler ile, “Nakşıbendî” silsilesi içinde yetişmiş olan muhterem zevâtı kirâmın işaretleri hep aynı tek gerçekten söz etmektedir!

- “ALLÂH Adıyla İşaret Edilen”, TEK vücud sahibidir!.. “Gayrı” kavramından da söz edilemez!..

- Sanki, “ALLÂH”tan ayrı varlıklarmış gibi algıladığımız her şey, vehim ve hayalin bize var kabul ettirdiği şeylerdir.

- Varlığını düşündüğümüz ve müşahede ettiğimiz her şey, “ALLÂH İsmiyle İşaret Olunan”ın ilmindeki, “ilmî sûretlerden” başka bir şey değildir!

- Bütün bu gerçeklerin açık seçik ortaya çıkabilmesi için yapılacak yegâne şey, Hz. Rasûlullâh (aleyhisselâm)’ın bildirdiği şekilde çalışmalar yapmak suretiyle; var kabul edilen “benliği” terk etmektir.

Bu kitaptaki son sözümüz şöyle olsun:

Dünya’da yaşarken “HAKİKAT”e ermeyi hedeflemiş, bu gaye ile çeşitli yollardan birinde yürüyüp, çalışmalar yapan değerli kardeşlerimizi saygı ile selâmlar; “gayrılık” kavramından; hele hele birbirimize gayrılık gözüyle bakmaktan en tez zamanda arınmayı niyaz ederim.

 

Ahmed HULÛSİ

10.9.1991

 ANTALYA

74 / 84

Bunlar da İlginizi Çekebilir

Bu Kitabı İndirebilirsiniz!