Sayfayı Yazdır

Gülşen-i Râz - 3

Bu sohbet, Ahmed Hulûsi'nin ŞEYH ŞEBÜSTERİ'nin GÜLŞEN-İ RÂZ MESNEVÎSİ eseri ile ilgili, 1985 yılında yaptığı sohbet kaydının 3. bölümüdür.

Sohbet Metnini Görmek İçin Tıklayın

450nci beyitten devam ediyoruz...

 

Boşluk gibi kendisinde varlık olmayan, varlığını tamamıyla terkeden kişi, Enel Hak derse, bu söz, onda ancak bir sestir... İşte o kadar!

O, Hakk’ın hakikatı ile Bâkidir. Başka her şey mahvolmuştur.

 "Külli şey’in hâlikun illâ veche" “Her şey helâk olucudur ancak, vechi bâkidir.”  âyetindeki mânâ…

Bu makâmda yol, yolculuk ve yolcu birleşir, Bir şey olur...

Burada, bu âyeti biraz açıklayalım:

"Külli şey’in hâlikun illâ veche" Yani, "Her şey helâk olucudur, ancak vechi bâki kalır" âyetindeki mânâ:

"Ayrı ayrı bir takım şeyler var, bunlar Hak’da mahvolur, yok olur gider, neticede Hak bâki kalır", demek değildir bunun mânâsı.

Her şey denmesine sebep olan; "şey’îyyetleri”, yani isimleri kalkar.

Hakkani bir müşâhade ile baktığın zaman bu isimler hükmünü yitirir. Tek bir Vecih kalır, Tek bir Varlık kalır. Bu da Hakk’ın Vechinden başka bir şey değildir. Ancak, Bâki kalan Hakk’ın Vechidir. Yani, isimler O’nun yüzünden düşer, düştüğü zaman Tek yüz kalır.

İsimler varken, her bir isme muâdil ayrı bir müsemmâ var zânnediliyordu. Bundan da ayrı ayrı şeyler vehmi doğuyordu. Kişinin idrâki, kişilik idrâkinden çıkıp Hakkani müşâhadeye dönüştüğü anda, isimler kalkar.

İsimlerin kalkması da, vehim perdesinin kalkması ile olur. Dolayısıyla, Tek Bir Vecih, Tek Bir Yüz kalır. "Varlığa baktığın zaman, Tek bir Yüz müşâhade edersin"

Burada anlatılmak istenen, bu!

Dolayısıyla burada, hulûlün de imkânı yoktur, ittihâdın da... Çünkü, "Bir"likte ikilik düşüncesi sapıklıktır.

Burada ne hulûla imkân vardır, ne de ittihâda... Yani, bir şeyin bir şeye nüfûz etmesi "Ayrı ayrı şeyler var da, Hak onlara nüfûz etti de şeylikleri kalktı" diye bir şey söz konusu değil!..

Veya, eşya var da, Hakla birleşti bir oldu, buna da "ittihâd" derler... Öyle bir şey de söz konusu değil!

Zâten, Tek idi, kendisini isimlerle çok gösterdi. Çok gösterişine yol açan vehmi kaldırdı, gene kendi Tek’liği ile kaldı…

Ezelden Tek idi, şimdi de Tek!.. Tek’lik itibarıyla ezel, geçmiş gelecek de yok!.. Tek bir AN mevcut...

Bir’den başka bir şey daha olmalı ki, hulûl veya ittihâd olabilsin. Halbuki “Bir”lik, sülûk neticesinde tahakkuk eder.

Birden başka bir şeyler olması lâzım; iki şey, üç şey olması lâzım ki, hulûl veya ittihâd sözü olsun. Halbuki iki şey olmadığına göre hulûl ve ittihâd da burada kesinlikle söz konusu olmaz.

Varlıktan ayrıldı, varlığı terk etti demek; Varlık sûretlerinden ayrıldı, o sûretleri terk etti de, var oldu demektir. Yoksa, ne Hak kul olmuştur, ne kul, Hak ile birleşmiştir...

Halkın varlığı ve çokluğu görünüştedir. Yoksa görünenler zâten, hakikatte yoktur.

Burasını biraz daha açalım mı?..

"Ne Hak kul olmuştur, ne de kul Hakla birleşmiştir."

Çünkü, Hak ve kul olarak iki ayrı nesnenin varlığı söz konusu değildir. Eğer iki ayrı nesnenin varlığı söz konusu olursa, birinin diğeri ile ya birleşmesi, ya da birinin diğerine nüfûz etmesi, sirâyet etmesi söz konusu olur. Böylece kul Hak olur, veya Hak kul olur... Halbuki, böyle bir şey temelde söz konusu değildir...

Hakk’ın vehmin hakikatı ile kendine kul adını takarak, "yok"tan kulu yaratmasıdır... Kul diye bir şey yok!.. "Yok"ken, Hak; vehim hükmü ile kul adı ile bir sûrete bürünüyor.

Sûrete bürünüyor derken, bu ifade dahi mecâzi... Sûret diye bir şey var da ona bürünüyor, değil!.. Sûreti meydana getiriyor, değil!.. Sûret dahi vehimde meydana gelen bir nesnedir.

Dolayısıyla, kulun kendi asliyeti itibarıyla temeli “yok”luktur. Yok’dan meydana gelmiştir. Burayı çok iyi anlamak lazım!

"Bütün bu mahlûkat, bütün bu kâinat yoktan var edilmiştir"in mânâsı; Hakk’ın, daha doğru bir ifadeyle, Allâh’ın vehim perdesiyle isimleri meydana getirerek, isimlerle kastedilen varlıkları seyre başlamasıdır.

Bu seyir hâlindeki varlıklar, yok’dan meydana gelmiştir. Çünkü, temelinde böyle bir varlık yoktu. Meydana gelişleri, Allâh’ın verdiği isimlerle olmuştur. Varlıkları ise "yok"tur... Çünkü, temelde var olan Allâh’dır!

Allâh, isimleri kendine takmıştır. Kendi isimleridir... Dolayısıyla bütün âlem, mevcûdat tamamıyla "yok"dan var edilmiştir ve asılları yokluk’tur.

Ancak, Allâh’ın kendi kendine olan seyri ile Allâh mevcuttur. İşte; "Allâh’ı Allâh görebilir" hükmünün mânâsı bir noktada da buraya gelir.

Allâh’ın kendini, Âlem ismi altında, Âlem aynasında seyri, isimler iledir. Bu isimlerin karşılığı olan mânâların varlığı ise, Allâh’ın varlığıdır. İsimlerin müsemmâsı olan varlık, Allâh’ın varlığıdır.

Yaratılmış olan daha doğrusu, isimlerdir, varlık değil!.. Çünkü varlık Allâh’ın varlığıdır.

Ve, Allâh’ın varlığından gayrı bir varlık söz konusu olmamıştır. Allâh var idi, ve el’an da öyledir.

Şimdi... Temelde, kullanılan bütün isimler, Allâh’ın Esmâ-ül Hüsnâ’sından meydana gelmiştir. Âlem’e nisbetle ve âlem ismi altında baktığımız tüm isimler, yaratılmadır. Allâh’ın kendi kendini tanıtma bâbında kullandığı isimler, Esmâ-ül Hüsnâ, Allâh’ın kendine verdiği, kendini tavsif ettiği isimlerdir.

Zât mertebesi mâhiyetiyle, bu isimleri Allâh icâd etmiştir. Fakat, Sıfat ve Esmâ mertebesi itibâriyle bu isimler asâleten mevcuttur.

Zât mertebesi itibâriyle icâd edilmiştir bu isimler... Bunu karıştırmamak lâzım. Yani, mertebelere göre bunları müşâhade edersen bir mertebeye göre icâd edilmiş bir isimdir.

Zât mertebesine nisbetle icâd edilme söz konusudur. Bütün isimler: hayat, ilim, irâde, kudret, kelâm, semî, basar gibi...

Bunlar Zâtî vasıfları gösteren isimlerdir. Bu isimler ve Zât, bunlarla kaîmdir!.. Ama, bunlarla mukayyed değildir.

Diğer Esmâ-ül Hüsnâ’daki isimler ise çeşitlidir. Zâtî isimler vardır. Celâl sıfatına dayanan Celâlî isimler vardır. Cemâlî isimler vardır... Kemâlî isimler vardır.

Bunlar ayrı ayrı bahislerdir. Mesela: Ahad, Vahîd, Vitir, Ferd... Bunlar Zâtî isimlerdir.

Bu isimler bahsine fazla dalmayalım. Bunu başka bir yerde inceleyeceğiz.. Burada meseleyi dağıtırız.

Toparlayalım...

İsimler; Âleme ve Mükevvenâta dair olan tüm isimler yaratılmıştır. Âlem-Mükevvenât içinde geçen tüm isimler yaratılmıştır. Allâh’ın kendi Esmâ-ül Hüsnası ise...

Soru:

- Yani, vehîmle beraber mi yaratılmış oluyor?

- Vehîm dediğimiz olayla birlikte bu isimler yaratılmştır.

- Vehîm mi bu isimleri yaratmış oluyor?

- Vehmîn, ismi yaratması dediğimiz olay; Bu isimlerin mânâsının var kabul edilmesidir! Allâh’ın bu isimlerin mânâsını var kabul etmesidir, vehîm dediğimiz olay! Ulvî mânâda konuşuyorum, beşerî mânâda değil!

Karşına bir ayna al da, bak! Oradaki aksi gör!

Hele bir kere daha bak! O akis nedir ki? Ne budur, ne O! Peki şu halde kimdir?

Ben, kendi varlığımla varsam, bilmem ki gölgem ne oluyor, O ne?..

Yokluk nasıl olur da varlıkla birleşebilir?. Yani yokla varın birleşmesi söz konusu olmaz!.. Yok temelde yoktur ki var ile birleşsin. Nûrla, karanlık bir arada olabilir mi?..

Mademki geçmiş zaman geçip gitmiştir. Yoktur... İstikbâl, aylar ve yıllar da gelmemiştir, o da yoktur. Geldiyse de geçip gitmektedir... Çizgide hakikat olan nokta gibi “hâl”den, bir “an”dan başka ne vardır ki?..

Akıp giden, seyir edip duran, vehîmden doğan bir noktadan ibâret… Ama sen ona, akmakta olan nehir diye ad takıyorsun, (zamana)

Ârâz fânîdir. Cevher de ârâzlardan meydana gelmekte... Fânî ârâzlardan meydana gelen cevher, nasıl var olabilir? Söylesene!

Burayı biraz açmak gerekecek... Bugünkü dilde anlatmaya çalışalım:

Atomların ortasında duran çekirdeğe karşılık çevresinde elektron, her an dönmekte... Çevresinde dönen, her an elektronun meydana getirdiği hacimlerden meydana gelen kütleler var.

Mesalâ: Dünyayı bir sıkıcı âletle sıkıp birleştirebilsek, bütün bu dünya üstündekiler de dahil olmak üzere, ezildiği zaman, bir yüksüğün içine girecek hacme sahiptir.

Bütün bu dünya, bir araç altında pres edildiği zaman, yani, atomların etrafında elektronlar var ya... Dönüyor... Onların içinde boşluklar var... Bu boşluklar alınabilse, bütün bu dünyanın kütlesi üstündekilerle birlikte bir yüksüğün içine girer.

Mevcut olan tüm bu görüntüler, bu boşluklardan ibâret olan atomların, çeşitli terkiplerle birleşmesi neticesinde, çoğalması neticesinde meydana gelen görüntülerdir.

Böyle olduğuna göre, bu atomlardan meydana gelen kütleler de her an değişme hâlindedir. Ama, göz aracı bunu tesbit edemiyor.

Şimdi böyle olunca... Temelde aslında bu varlık yoktu. Böyle bir varlık yok!.. Göz aracına göre bunlar var... Öyle ise: Bu esastan bakıldığı zaman, temelde madde diye, varlık diye bir şey yok!.. İlim zâten bunu çözmeye başladı. Çözdü!..

Bu esastan bakıldığı zaman yok olan bir nesnenin var olan Mutlak Varlıkla birleşmesi nasıl söz konusu olabilir?..

Yani, Hakk’a kul erişti veya Hak, kula erişti... Kul Hakk’da yok oldu, Hak kul’a sirâyet etti, Hak kul’a hulûl etti gibi şeyler temelde muhâldir…

Cisimler, uzunluktan, enlilikten, derinlikten meydana geliyor. Fakat zâten bunların hakikatı yok!.. Bunlar mevhûm!

Yani, var kabul edilmiş!.. Olmadığı halde, araçların yanlış algılaması yüzünden var kabul edilmiş. Vehîm yolu ile var kabul edilmiş. En, boy, derinlikle kaim olan cisimlerin varlığı, aracın yanlış algılaması yüzünden var kabul edilmiş. Temelde bunlar yok!

Peki, yokluklardan nasıl olur da bir varlık meydana gelir?

İşte âlemin aslı da bu çeşit. Kâinatın aslı da bu çeşit. Bildin mi, artık imân et ve bu imânâ yapış!..

Hakk’dan başka bir varlık yok.. İster, "O Hak’tır" de, ister, "Ben Hakk’ım" de!..

Her hâlükârda da söyleyen Hak olur ve Hak kendini ifşâ etmiş olur veya, kendini örtmüş olur.

Vehîmden doğan, hakiki olmayan şu gördüğün sûretleri, hakiki varlıktan ayır!.. Yabancı değilsin... Kendini hakikate âşinâ et!..

Burada, "Hakiki varlıktan bu sûretleri ayır" derken; "Bu sûretlerin mutlak birer sûretleri olmadığını artık idrâk et, yaşa!.. Bu sûretlerle Hakk’ı sûretlendirme, kayıt altına alma, sûret kaydına sokma!" demek istiyor...

* * *

SORU 8:

Yaratılmış olan hakikat yolcusuna neden, "vâsıl olmuş" derler?.. O’nun bu yol alması, bu erişmesi nasıl olur?

Hakk’a vûslat, halk’dan ayrılmaktır. Kendine yabancı olmak, yani beşeriyetine yabancı olmak, Hakk’a âşina olmaktır.

Mümkün, üstündeki imkân tozunu silkti mi, Vâcip’den başka bir şey kalmaz.

Yani, birim kendi üstündeki ismini kaldırdı mı, kendi beşeriyetine, halkiyetine dair olan ismini kaldırdı mı, varlık Hakk’ın varlığı olması hasebiyle Hak’dan başka bir varlık da söz konusu olmaz!

İki âlemin varlığı da hayale benzer. (“Dünya ve Âhiret” bir hayale benzer. Çünkü, zâten ikisi de biribirinin aynıdır temelde.) Hakk’ın varlığı ile var olduğundan, iki cihân da yok mesâbesindedir.

Allâh’a ulaşan, mahlûk da değildir...(Mahlûk Allâh’a ulaştı, kul Hakk’a ulaştı" diye bir şey söz konusu değildir.) Kâmil insan böyle bir söz söylemez.

Yokluk, bu makâma, Hakk’ın makâmına nasıl yol bulabilir?.. (Yokluk, vücûb makâmına... Hakk’ın makâmına nasıl yol bulabilir?.. Mümkün değil!) Rablerin Rabbi olan, Rabb-ül Erbâb olan yüce Allâh ile, toprağın ne münâsebeti var?..

Yokluk da ne oluyor ki Hakk’a vâsıl olsun, mânevi yolculukla bu makâma erişsin!.

Bunu bir anlasan, yok mu!.. Hemencecik, "tövbeler olsun!" der, dediğine de bin pişman olursun…

Sen yoksun!..(Bu, beşeriyetin, birimsel varlığın itibâriyle yoksun!) Yokluk da daima hareketsizdir. Yok olan mümkün, nasıl olur da Vâcib’e ulaşabilir?.. Yok olan bir şeyin Hakk’a ulaşması nasıl söz konusu olabilir ki...

Hiçbir cevher, ârâz olmadıkça, var olamaz! Ârâz nedir? Bir an için varlık sahasında görünen, iki zaman içinde bâki kalmayan bir şey!..

Bir an için var görünen, fakat bir an sonra yok olan, değişen, giden bir nesne. Peki nasıl olur da, Mutlak, Bâki olanla birleşir?

Bu hususta kitaplar düzen hakîmler, (hikmet sahipleri) cismi; "Uzunluk, enlilik ve derinliği olan şeydir" diye târif ettiler...

Heyûlâ nedir?.. Ancak ve ancak, yokluktan ibâret olan, yok olan bir şey!.. Sonra da sûret, onunla var oluyor ha?

Sûreti atomlar meydana getiriyor. Atomlar her an değişmede! Atomlar her an değiştikçe sûretler de her an değişiyor. Bir sûret iki anda aynı şekilde bâki değildir.

Her an yok olan bir nesnenin, mutlak var olan ile birleşmesi söz konusu olur mu? Olmaz!.. Dolayısıyla, bir varlığın Hakk’a ulaşması diye bir şey söz konusu olamaz!

Sûretin evveline evvel yoktur. Fakat heyûlâsız olmaz!.. Heyûlâ da zaten asliyeti itibarıyla yok olan bir şey…

Âlemdeki cisimler, işte bu iki yoldan meydana gelmiş. Onlara ait bilinen şey, ancak yokluk!.

Mâhiyetini bir bak da, gör!.. Esas itibarıyla ne var, ne de yok!

İmkân âlemine hakikat gözü ile bak!.. Hakk’ın varlığı olmadıkça bütün âlem yok’dan, yoklukdan ibâret.

Varlık, kendi kemâliyle bütün imkân âlemine yayılmış... Bu görünen sûretler itibâri bir görünüşe tâbi… (İtibâri görünüş derken, görme durumundaki aracın görüş kabiliyetine göre görülen şey var, demek istiyor.)

Görünüşe tâbi olan şeyler de var olamaz!.. Sayı çok ama, sayılan şeyler, Bir!

Cihân’ın varlığı ancak mecâzi bir varlık, hakiki değil!.. (İtibâri, var kabul edilen, bir şeye izâfeten varlığı söylenen bir varlık. Hakiki, mutlak, kendi başına bir varlık değil...) Şu âlemin işi baştan başa oyundan düzenden ibaret!

Denizden bir buğudur çıkar, Hakk’ın emriyle yağmur olup ovaya yağar.

Güneşin ışığı, dördüncü kat semâdan o ıslak toprağa vurur.

Isıtır, yine su buğu olur, tekrar yükseklere çıkar, aslına erişir.

Isıya-suya, toprakla hava da karıştı mı yeşil, taze, güzelim nebâtlar biter.

Nebât da canlı mahlûklara gıda olur, hayvan şekline girer. Derken, hayvanı insan yer, tekrar bir değişikliğe düşer, hayvanken insan olur...

Şekilden şekile girerek bir nokta olur, o noktadan da yine insan meydana gelir...

Çocuk olur, gençleşir, olgunluk çağına gelir, kocar... Akıl, fikir, bilgi ve tedbir sahibi olur.

Sonra, Hak katında eceli takdir edilir, ölür!.. Temiz olan ruh, temizlik âlemine... Topraktan meydana gelen beden, toprağa gider.

Âlemin bütün cüzleri nebâta benzer... Hepsi de dirilik denizinden bir katre’dir...

Zaman geçince, yine o denize ulaşır... Hepsi bu sûretle aslına dönüp gider.

Bütün zahirî varlıklar, asılları olan yokluğa gider. Tabiat, onları bu iğreti varlıkta bırakmaz!

Bütün varlıkların asılları olan yokluğa gitmesi ne demektir?..

Bunun daha evvel de izahlarını yaptık. Bir daha tekrarlayalım!..  "Varlıkların asılları olan yokluk."

Temelde, o varlıklar zaten yoktur. Hak, kendine o ismi takarak, o ismin karşılığı olan varlığı, var kabul etmesiyle meydana geldi. Bu var kabul ediş ortadan kalktığı anda, o varlık yokluğa gitmiştir.

Yokluğa giden nedir?.. Varlığın ismidir. Çünkü, temelde varlık, Hakk’ın varlığıdır.

Ve, "Hakk’ın varlığı her an yeni bir şândadır." hükmünce, sürekli değişim altındadır. Bu defa aynı varlık, değişik bir isimle yaratılır, o isimde gene vardır.

Varlık, sürekli bâkidir, Hakk’ın varlığı olması itibarıyla... Aldığı isimler ve o andaki tecelli hükmü itibâriyle yeniden yaratılır ve var olur... Ve, yok olur!

Birlik (Vahdet) bir denizdir ki, kanlarla dolu... O denizden binlerce mecnûn dalga, coşup durmakta!

Bak hele, denizden kopan bir katra, nasıl oldu da bunca şekillere büründü, bunca ad ile adlandı...

Buğu, bulut, yağmur, toprağın ıslaklığı… Nebât, canlı mahlûkat, kâmil insan!

Hepsi de önce, bir katraydı... Bütün bu varlıklar, o bir katradan meydana geldi.

Akıl, nefis, gök, yıldızlar... Bütün dünya, önünde de bir katraden ibârettir, sonunda da... Bunu böyle bil!

Göklerin, yıldızların da ecelleri geldi mi, bütün varlık, yoklukda kaybolur, gider..

Bir dalga koptu mu, bütün âlem mahvoluverir de, "sanki dün bunlar yokmuş" hakikatı meydana çıkar.

İşte, sana da o vakit yakınlık hâsıl olur... Kendini terk edersin de, sevgiliye kavuşursun.

Burada kavuşmak, hayali terk etmekten ibârettir. Gözünün idrâkının önünden hayal kalktı mı, kavuştun gitti!..

Fakat, "mümkün mümkün oluştan çıktı, vâcipleşti" deme!.. Yani kul Hakk’a erdi de Hak oldu deme! Ne mümkün Vâcip olur, ne Vâcip mümkün...

Yani, böyle bir şey söz konusu değildir. Kulun Hakk’a vâsıl olması, Hak’da erimesi, yok olması, Hak olması diye birşey söz konusu değildir.

Kul, Hak olmaz!.. Bunu defalarca biz de tekrarlıyoruz, sırf bu yüzden!

Kulun Hakk’a erişmesi, bu varlıktaki herhangi bir varlığın fâni olup, yok olup da Hak olması diye bir şey asla ve kat’a söz konusu değildir.

Mânâları adamakıllı bilen, hakikatı iyice anlayan kişi, böyle bir şey söylemez!.. Çünkü bu, hakikatlerin değişmesi demektir ki, buna asla imkân yoktur.

Önünde binlerce oluş, binlerce sûrete bürünmüş var… Yürü, gelişini gidişini bir düşün de bak!

İnsanın cüz’î ve küllî oluşuna ait bahsi gizli, âşikâr, birer birer söyleyeceğim...

                                * * *

SORU 9:

Mümkünün, Vâcibe ulaşması ne demek?.. Yakınlık, uzaklık, bu yakınlıkta, bu kavuşmada ileri gidiş, geri kalış nedir?..

Bunları artıksız eksiksiz benden duy sen!.. O’na yakınlığından dolayı, O’ndan uzak düşmüşsün! Çok yakınsın, adetâ O’sun da, O’nu göremiyor, kendini O’ndan uzak sanıyorsun!.

Varlık, Yokluk âleminde zuhûr etti de yakınlık, uzaklık, ileride bulunuş, geride kalış, o yüzden meydana geldi.

Yakın, ona derler ki, ona varlık nûru saçıldı.. Uzak da, varlıktan uzak kalan yokluktur.

Hak, sana nûruyla tecelli etse, seni mevhûm varlığından kurtarırdı.

Eğer Hakk’ın Nûr isminin mânâsı sende tecelli ederse, bu nûrun tecelli edişi sendeki vehim perdesini yakar, kaldırır. Kaldırdığı anda senin, kendine has, var sandığın varlığının olmadığını, varlığının Hakk’ın varlığı olduğunu müşâhade edersin, bu nûr ile...

Hazreti Rasûlullâh’ın: "Rabbim beni Nûr eyle" şeklindeki duası, hâdisi işte buna işaret eder. O Hâdis’in deşifre edilmesidir burası!

Eğer bu nûr şiddetle tecelli etmezse, zuhur etmezse, bu defa nûrun zıddı olan zûlmet adı gelir. Zûlmet de perdedir, hicâptır. Bu hicâp da, salon perdesi, kadife perde, tül perde değil! Vehîm perdesi, vehîm!

Bu vehîm perdesi de sende, izâfi bir benlik meydana getirir. "Ben varım, sen varsın, o var" diyerek, âlemde de pek çok şeyin varlığını var sanırsın!.. Başta kendi varlığın var olmak üzere...

Bu var’dan, yok’dan eline ne geçti ki, bundan kâh korkuya düşmektesin, kâh ricâya(ümide)!..

Hakk’ı tanıyan O’ndan korkmaz ki... Çocuk ancak, kendi gölgesinden korkup durur.

Bedenin de varlıktan tertemiz, cânın da... Artık, Cehennem ateşinden ne korkun var?

Hâlis altın, ateşte büsbütün parlar. içinde başka bir şey, bir pislik olmadıktan sonra ateş neyi yakacak ki altında?..

Önünde “sen”den başka bir şey yok, ama mevhûm varlığından kork çekin!..

Var sandığın, var kabul ettiğin, vehmin sende var sandırdığı varlığından çekin, kork!.. Senin cehennemin bu!.. Sende cehennemi meydana getiren şey bu!

Hep kendini var kabul ediyorsun, Hilmi olarak... Bundan dolayı sen neticede, cehenneme ve azâplara düşüyorsun.

Kendini Hilmi olarak kabul ettiğin, kendini şu beden olarak veya bu bedenin ötesinde, ruh olarak sandığın içindir ki, cehennemdesin her an!

Ne zaman ki, bu vehim perdesinin hükmünü kaldırırsın üstünden, işte o zaman Hak’dan başka bir şey kalmaz!..

Ne, Hilmi’yi görebilirsin, ne Hulûsi’yi, ne Ahmed’i, ne Mehmed’i, ne İzzet’i, ne de Atasay’ı. İsimler tümü ile kalkar, her bir sûretle sana görünen Hak kalır... O zaman, Hakk’a lâyık bir şekilde onlara davranırsın.

Kendine, kendi varlığına tutuldun mu, bütün âlem baştan başa sana perde kesilir.

Kendi perdenden kurtulamadıysan bütün âlem sana perdeli olarak gözükür. Perde; senin gözünde, basîretinde, idrâkinde mevcut!.. Âlemde, dışarıda, âfâkda mevcut değil!..

Sen, varlık dairesinin en aşağısındaki cüz’üsün. Sen, BİR’lik noktasının tam karşısındasın.

Âlemdeki bütün varlıklar, Sen’den zuhûr etmiştir de, onun için şeytâna dönmüşsün... "Benim gibi kim var ki?" dersin...

Onun için, "Ben dilediğimi yaparım. Bedenim bir binek atı, ben de üstündeki atlıyım!"

"Bedenin dizginini cânımın eline verdiler de o yüzden bana bütün bu teklifleri yüklediler" demektesin...

"Onun için bana bu teklifleri yüklettiler, onun için ben şeriâta karşı sorumluyum, bir takım şeylere karşı sorumluyum!" der, perde içinde, kör olarak yaşarsın.

Bilmezsin ki, bu zânnın, bu düşüncen, bu yol, ateşe tapanların mecûsilerin yoludur. Bütün bu âfet, bütün bu uğursuzluk, varlıktan(kendini var sanma varlığından) meydana gelir.

A bilgisiz adam, esasen asliyeti ile yok olan kişide nasıl bir ihtiyâr bir irâde olabilir ki?.. Olmayan varlığın irâdesi mi olur ihtiyârı mı olur?

Varlığın, tamamen yok’dan, yokluk’dan ibâretken, "ihtiyârım irâdem nerden olur?" (cüz’i irâdeden ihtiyârdan bahsediyor) diye düşünemiyor akledemiyorsun bile!..

Birisinin varlığı kendinden olmazsa o adam, kendiliğinden iyi, yahut kendiliğinden kötü de olamaz!

Ama, buna rağmen sen, bir takım kişileri veya kendini iyi veya kötü diye tavsîf ediyorsun. Varlığı olmayanın iyiliği veya kötülüğü nasıl olur?

Bütün âlemde kimi gördün ki, bir an olsun dertsiz, kedersiz, zevke, neş’eye sahip olsun!

Kimin bütün umdukları çıktı, kim ebedî olarak kemâle sahib oldu, zevâle erişmedi?..

Mertebeler bâkidir... Ama, o mertebelere ehil olanlar Hakk’ın emrindedir. Gâlip olan da yalnız, Hakk’tır…

Her yerde tesir eden bil ki, Hak’dır. Haddinden dışarıya ayak atma artık!

Bu kader nedir?.. "İhtiyârım var mı ki", diye bir kendine danış, bir hâline bak da, ihtiyâr dâvâsına girişen kimdir, anla!

Rasûlullâh: Cebîrden başka bir yola gidene, "Mecûsiye benzer" buyurdu.

Mecûsiler (ateşe tapanlar), nasıl bir Yezdân, bir de Ehremen vardır derlerse (Bir nûr, bir de zûlmet vardır derlerse), o ahmak bilgisiz de, "biz ve ben" der. "Hak ve ben” der. Varlık dâvâsına kalkışır, mecûsiliğe düşer.

"İşleri biz yapıyoruz" demek, mecâzîdir. Esasen, bu nisbetler, oyuncaktan, asılsız şeylerden ibâret.

Sen yokken, yapacağın şeyleri yarattılar da, seni bir iş için seçtiler, bu dünyaya getirdiler.

Her şeyi yerli yerinde yaratan Hak, kudretiyle, sebepsiz olarak her şeyi takdîr etti... İlmi ile dilediği gibi hükmeyledi...

Burası çok ince!

"Hak, kudretiyle, sebepsiz olarak her şeyi takdîr etti. İlmi ile de dilediği gibi hükmeyledi."

Yani, bir şeye, bir sebebe, bir nesneye dayanarak, "Bu böyle olsun!" demedi...

Böyle diledi, böyle oldu. Niye böyle diledi, niye böyle oldu diye de bir sual olmaz. Çünkü: "Yaptığından sual edilmez" âyeti var...

Zâten, bir şeye dayanarak bir şey yapmış değil!.. Eğer bir sebebe dayanarak bir şey yaparsa Hak, zâten o sebeple kendisi kayıtlı duruma düşer.

Dolayısıyla Hakk’ın yaptığı işlerde bir sebep ve bir hikmet aramak; Hakk’ın yaptığı işleri bir sebep ve bir hikmet arayarak o hikmete bağlamak; Aslında gaflettir.

Hak, kudretiyle sebepsiz olarak her şeyi takdîr etti ve ilmi ile dilediği gibi hükmeyledi.

Cânı, bedeni yaratmadan, herkesin gideceği yolu takdîr etti.

İşte, Hazreti Âdem ile Hazreti Musa arasındaki, hâdisteki olay da burada çözülmüş oluyor.

"Ya Musa, beni yaratmadan kırk bin yıl evvel, benim yapacağım işleri Hakk’ın takdîr ettiğini bilmiyor musun?.." dediği Âdem’in, işte budur!..

Hakk’ın evvela yapılacak fiilleri takdîr etmesi, sonra o fiilleri yapacak varlıkları meydana getirmesi...

Yani, kudretiyle sebepsiz olarak her şeyi takdîr etmesi ve ilmi ile dilediği gibi hükmeylemesi...

Defalarca bunun üzerinde duruyorum. Çünkü çok önemli noktalardan biridir bu!..

Birisi (İblîs), yedi yüz bin yıl ibâdette bulundu. sonunda Hak, boynuna lânet halkasını taktı.

Öbürü (Âdem) suç işledi, günâh etti, nûra, temizliğe ulaştı. Tövbe edince de adı "seçilmiş kul" oldu.

Bundan daha şaşılacak şey şu: Bu, emredilen şeyi terketti. Bu yüzden Allâh’ın lütûflarına nâil oldu, rahmete erişti, bağışlandı.

Öbürü ise, yapmaması emredilen şey yüzünden lânete uğradı.

Yarabbi, senin işin ne de hoş!.. Onlara neden, nasıl, niçin denemez ki...

Çünkü, İblis'e emretmişti ya!.. "Benden gayrına secde etmeyesin" diye... O da, O’ndan gayrına secde etmemek için Âdem’e secde etmedi, lânetlendi.

Öbürüne de "Bunu yapma" dedi, yaptı... "Ben bunu yaptım, ne yapayım!" dedi... Bağışlandı.

Ee burada, Hakk’ın işinden sual olunmaz!.. Dilediğini yapar...

Vehîm perdesinden kurtulursan, görürsün ki, işler yerli yerincedir.

Hakk’tan korkma çekinme yok!.. İşleri kıyasa, mantığa sığmaz!

Ezel âleminde ne oldu, sebep neydi de bu Muhammed oldu, öbürü Ebu Cehil?..

A ehliyetsiz adam!..

Allâh’a karşı, "nasıl, niçin," diyen müşrik gibi, ona lâyık olmayan bir söz söylemiş olma!

Neden, nasıl diye sormak müşrike yakışır. Kulun itiraz etmesi yakışık alır bir şey değil!

Allâh, yücelikten ibârettir. Âlîyy-ül Â’lâdır. Allâh’ın işlerinde bir sebep olması, bir îllet bulunması lâyık olmaz!

Bir sebep, bir illete dayanarak Allâh’ın bir iş yapması olmaz!.. Çünkü, o sebep ve o îlletle kayıt altına almış olursun. Allâh, dilediğine dilediği gibi yapar. Dilediği anda, dilediğini yapar. Bir sebebe, bir îllete ve bir hikmete dayanarak olmaz!

Hikmet aramak, gaflettir, perdeliliktir.

Hakk’a yakışan, lütûf ve kahırda bulunmaktır. Kulluk ise, temelde yokluktadır.

İnsanın kerâmet göstermesi, kendiliğinden olur, dilenerek, istenerek değil!..

Çünkü İnsanın ihtiyârdan bir nâsibi yoktur, bir ihtiyârı, bir seçeneği yoktur ki.

İnsanın hiçbir şeyi, hiçbir işi kendinden olmadığı halde yine de Hak, ondan iyi kötü, yaptığı şeyleri sorar.

İnsanın hiçbir ihtiyârı hiçbir irâdesi yoktur. (Çünkü temelde insan yoktur. Yoktan var edilmiştir. Yokluktan gelmiştir.) Ve, insan emredileni yapmağa memurdur.(Yapmaması mümkün değildir.) Ne de yoksuldur insan... Ancak, Hakk’ın takdîrini yapmaya mecbur bir ihtiyâr sahibi...

Bu da bir zulüm değildir. Bilginin, ilmin adâletin ta kendisidir. Bu bir cebîr değildir. Lütfûn, ihsanın ta kendisidir bu hâl!

Seni, kendi Zâtınla târif ettiler. (Sana mecâzi bir varlık verdiler de) o sebeple sen şeriât hükümlerini yapmaya memur oldun.

Eğer, asliyeti itibâriyle Yokluğunu bilip Hakk’ın teklifinden âcîz oldun mu, tamamıyla ortadan kalkarsın.

Tamamıyla kendinden kurtulur, Hak’la Ganî olur... Hak kendi kendine kalmış olur. Hak ile Hak olursun a derviş!..

Canım yavrum, yürü!.. Tenini Hakk’ın kazâsına takdîrine teslim et, Hakk’ın takdîrine razı ol!..

                                  * * *

SORU 10:

Hangi denizdir, nasıl denizdir o deniz ki, kıyısı sözdür... Dibinden nasıl bir inci çıkar?..

Varlık (Mutlak varlık) bir denizdir, söz de onun kıyısı... O denizin sedefi harf, incileri gönüldeki bilgi…

Her dalgası, rivâyetlerden, Hakk’ın buyruklarından, nebi sözlerinden binlerce iri taneli ve değerli inciler çıkarır.

Her an o denizden binlerce dalga kopar da yine bir dalgası eksilmez.

İlim, o ulû denizden meydana gelir... Bilgi incisinin sedefi de sestir, harftir.

Mânâların bu makâma tenezzül edince, birer sûrete bürünmeleri zarûrîdir.

Nisan ayında duydum ki sedef, denizin dibinden denizin yüzüne çıkar.

Denizin dibinden çıkar da, denizin üstünde ağzını açar durur.

Denizden de bir buğu çıkar, sonra yine Hakk’ın emriyle (su olup) denize yağar.

Sedefin ağzına o nisan yağmurunun birkaç katrası düşer. Sedef, ağzına yüzlerce düğüm vurur, ağzını sımsıkı yumar.

Gönlü dolu olarak denizin dibine kadar dalar. İçindeki yağmur katresi bir inci olur.

Dalgıç, denizin dibine dalıp o sedefi çıkarır, içindeki değerli inciyi elde eder.

Senin bedenin de kıyıdır. Varlıksa, denize benzer. O denizin buğusu feyîzdir. Yağmur da, Allâh isimleri hakkındaki ilim.

Akıl, o çok büyük denizin dalgıcıdır... Çıkınında yüzlerce inci var.

Gönül, ilme bir kab mesâbesindedir. Gönüldeki ilmin sedefi de harfle sestir.

Nefes, çakıp parlayan şimşek gibi o harfleri sürüp götürür. O harfler, dinleyen kişinin kulaklarına varır.

Sedefi kır da, iri ve değerli inciyi çıkar. Kabuğu at! o güzelim içi al!..

Lûgat, türemeyle, nahîv ve sarfla beraber hep harfin etrafında dönüp dolaşır.

Bütün ömrünü bunlar uğruna harceden nâzenin, ömrünü hep saçma şeyler uğruna harcetmiş demektir.

Evet… Kabuk olmadıkça iç olmaz, kemâle gelmez. Din bilgisi, zâhir bilginin içidir.

Canım kardeşim, öğüdümü dinle de, yürü!.. Cânla, gönülle din bilgisine (dinin özüne, tasavvufa) çalış!.

Bu bilgiyi bilen, iki dünyada da yücelik bulur... Küçük olsa bile o ilim yüzünden ululuğa, yüceliğe kavuşur…

Hâl ile, zevk ile edilen amel, dedikodudan ibâret olan zâhir bilgisinden çok yücedir...

Fakat, sudan, topraktan meydana gelmiş bir şey olan amel, gönül işi olan bilgiye benzemez ki...

Dikkat et de, bak!.. Cisimle cân arasında ne fark var?.. Bunu batı saysan, öbürü doğuya benzer.

İbâdetlerin zâhir bilgisine nazaran ne derecede bulunduğunu anla!

Dünyaya meyleden ilim, ilim değildir... O ilmin sûreti vardır ama, mânâsı yoktur ki!..

İlim, asla dünya hırsıyla bir araya gelmez!.. Melek istiyorsan kendinden köpeği uzaklaştır

Din bilgileri, melek huylarından meydana gelir. Köpek tabiatlı gönüle gelmez!

Mustafa'nın sözü bundan ibaret... Adamakıllı dinle! Elbette böyledir ya…

 Ev içinde resim varsa o eve melek giremez.

Yürü gönül levhini arıt da evine melek girsin, konak edinsin.

Burada, "Ev içinde resim varsa melek girmez" Hadîsinin tefsiri yapılıyor.

Yani, insanın gönlünde beşeriyet sûretleri yer etmişse, bu beşer adı ile anılan varlıkların varlığını, o kişi görmekte devam ediyorsa, Hakkani kuvvetlerin kendisinde zuhûr etmeyeceğini anlatmak istiyor, "melek" sözü ile...

Öyleyse, "Gönül evini arındır, yani, sûretler şeklinde görünenin Hak olduğunu müşâhade edecek hâle gel!.. Sadece Hakk’ı görerek, sûretleri görmez ve bu sûretlere birer varlık vermez hâle gel ki sende ilâhi kuvveler tahakkuk etmeye başlasın" demek istiyor.

Ondan sonra da, Melekten mirâs bilgisini elde et!.. Ahîret için ekin ek!..

İşte, o kuvveleri kullanmak suretiyle, kendi hakiki varlığını tanı ve böylece gelecek yaşam için hazırlığını yap!.

Hak Kitâbını kendi nefsinden ve âleminden oku!.. Bütün güzel ve esaslı huylarla bezen!

"Hakk’ın Kitâbını kendi nefsinden ve âleminden oku" derken, kendi nefsinden ile de, "Nefs-i Küllü" kastediyor. İzâfi bedendeki Ahmed’in Hilmi’nin nefsinden söz etmiyor. Ki, zâten böyle bir nefs yok!.

Nefs dendiği zaman, Tek bir Nefs’dir. O da "Nefs-i Küll"dür...

Öyle ise, kendi nefsinin hakikatını müşâhade ederek, Hakk’ı görenlerden ol!.. Ve, âlem adı altında kendi nefsinin hakikatını seyret.. Ki, Âlem ismi ile anılan “Nefs-i Küll”, aynı zamanda, “Kitap”dır.

Güzel ve iyi huyların aslı olan huylar; Adâlet, hikmet, iffet ve yiğitliktir.

Hakîm oluş (Hikmete ermiş olmak), işte, güçte ve sözde doğru olmaktan ibârettir. Bu dört huyla huylanan kişinin, canı da hikmeti duymuş, bilmiştir, gönlü de..

Bir şeyin, ne üstüne düşüp uzun uzun düşünür, neden böyle olmuyor veya oluyor diye.. Ne de aldırış etmeyip boşlar…

Şehvetini namuslulukla örter... Şehvete fazla düşkün oluş da, şehvetten kesilme gibi kendisinden uzaklaşır.

Yiğit olur, alçaklanmadan da arıdır, ulûlanmadan da.. Kendisinde korku da yoktur, kızgınlık da...

Yolu, yordamı adâlet oldu mu, zulmü de yoktur, huyu güzelleşir.

Bütün iyi huyları ortadadır. Bir huyda ne ileri gider, ne geri kalır.

Her şeyde ortayı gözetme, dosdoğru sırata benzer. İki tarafı da sanki cehennemin tâ dibi...

O yol, incelikte kıla benzer... Eğilerek geçilmesine imkân yok!.. Keskinlikte kılıca benzer, üzerinde fazla durmaya gelmez!...

Adâletin, bir zıddı vardır, öbürlerinin iki... Bu sûretle dört huyun yedi zıddı olur.

Her sayıda bir sır gizlidir... Bu yüzden Cehennem kapıları yedidir...

Şöyle ki, zulüm ettin mi Cehennem hazır... Adâletin yeri de daima Cennet!..

Adâlet, o varlığın hakkettiğini kendisine vermektir.

Varlığın hak ettiğini kendisine vermemek zulümdür.

Adâletin karşılğı nûrdur, rahmettir. Zulmün lâyığı neticesi de lânet ve zûlmet!

İyilik, adâlet ile zuhûr eder. Adâlet, bedene en ileride, en üstün kemâldir.

Birçok şeyler bir araya geldi de, bir şeye döndü, bir şey hâline geldi mi, cüz’lerin biribirlerinden ayrılma hassâsı da kalmaz.

Basit bir şeye benzerler. Bu cüz ile şu cüz biribirine ulaşır, birleşir karışır tek bir cüz olur.

Fakat, ruhla bedenin birleşmesi, bedeni meydana getiren cüz’lerin birleşmesine benzemez. Çünkü, ruh’da cisim vasıfları yoktur.

Su ve toprak, yani beden, tamamıyla temiz bir hale geldi, kabiliyet kazandı mı, Hak’dan ona izâfi bir ruh gelir.

Yani, beden belli bir kabiliyete eriştiği anda onda hayatiyet meydana gelir. Ve bu hayatiyetin neticesinde ruh oluşur.

Bunu anlatmak istiyor, "Hak’dan ona izâfi ruh gelir" tâbiri ile…

Dışarıdan gelen ruh yok aslında!

Bedenin cüzüleri olan toprak, su, hava, ateş münâsip bir halde biribirine karışınca meydana gelen o bedene, cân âleminin ışığı vurur.

Cân âlemi ışığının bu vuruşu, Güneşin yeryüzüne vuruşuna benzer.

Güneş, dördüncü kat semâda olmakla beraber ışığı, yer yüzünü tedbir eden, yer yüzüne hayat ve feyiz veren bir nûrdur.

Unsurların tabiatları, güneşte yoktur. (Yani, su, ateş, toprak ve havadaki özellikler güneşte yoktur). Yıldızlar esas bakımından ne sıcaktır, ne soğuk, ne kurudur, ne yaş!

Unsurların kuru ve yaş oluşu, ak, kızıl, yeşil, al, ve sarı renklerde bulunuşu, hep güneşin tesirindendir.

Unsurlar âleminde güneşin hükmü, âdil bir Padişahın hükmü gibi yürür. Fakat güneş ışığı, unsurlara girmiştir de denemez, onlardan hariçtir de denemez!

Unsurlar, münâsip ve müsâvi bir hâlde birleşince bir güzellik kazanır. Nefs-i Nâtıka da(yani akıl da), bu güzelliğe âşık oldu.

Araya bir dini nikâhtır düştü. Nefs-i Külli de, insana bütün âlemi mehir olarak verdi.

Fesahat, bilgiler, söz söyleme, güzel huylar ve güzellik... Hep, bu bedenle Nefs-i Nâtıka’nın birleşmesinden meydana geldi...

Salt Akıl, beden aracını kullanarak bu özelliklerini ortaya koymaya başladı.

Beden olmasaydı bunlar, akılda, mânâ olarak mevcut olacaktı, zâhire çıkması söz konusu olmayacaktı.

Câzibe de, eşsiz örneksiz bir âlemden hiçbir şeye aldırış etmez bir rind gibi çıkageldi..

Güzellik şehrine bayrak dikti. Bütün âlemin düzenini bozdu, cihânı biribirine kattı.

Kâh, güzellik atına biner, salınır... Kâh, sözle keskin ve parlak bir kılıca benzer.

İnsanda zuhûr etti mi buna "câzibe" derler, sözde zuhûr etti mi, "fasîhlik, açıklık" derler.

 Veli olsun, padişah olsun, derviş olsun, nebi olsun, herkes O’nun(Nefs-i Natıka, yani Akl-ı Küll) hükmü altındadır.

Güzellerin yüzünde ne sır vardır… Bu, güzellik değil!.. Söyle, nedir o sır?..

Seni güzelde cezbeden şey ne?.. Yüzünün şekli mi?..

Öldüğü zaman bir şey ifade etmiyor...

Hakk’tan başka kimsecikler gönül çekemez...

Seni çeken bir şey varsa; o, mutlaka Hakk’tır...

Ama sen, gafletin, perdeliliğin dolayısıyla o seni çeken şeyin Hak olduğunu bilmez de, zâhirde, sûrette ona verilen isim dolayısıyla, o isimle kastedilen mânânın seni kendine çektiğini zân edersin.

Halbuki, seni o anda, orada çeken, Hakk’tır.. Hakk’tan başka bir şey değildir.

Hakk’ta Hakk’a ortaklık olmaz!

Şehvet, nereden insanların gönlünü çekecek?.. Yani şehvet duygusu nerden tutup da çekecek. Mümkün mü böyle bir şey olması, kapılması O’nun cezbesine...

Hak, bazı bazı bâtıl sûretinde de görünüp durur. İşte o kadar!..

Bâtıl ismi verilen sûretlerde de Hak zâhir olur. Hak, bâtıl ismi verilen sûrette zâhir olduğu zaman, sen gafletin dolayısıyla "Ben bâtıla yöneldim" dersin...

Halbuki, "Bâtıla yöneldim" dediğin anda dahi sen, "Hakk’a yönelmişindir."Seni çeken Hakk’tır.

Ancak, kendine bâtıl adını takmıştır. Ve, bu isim dolayısıyla sen orada Hakk’ı görmeken perdelenirsin, gaflete düşersin...

Her yerde tesir edeni, iş başaranı, Hak bil de, Haddinden dışarı ayak atma!..

Hak, Hak libâsı ile zuhûr etti mi, o zuhûru Hak din bil!.. Bâtıl sûretinde zuhûr edince de “şeytan işi” de!

Ama, de!.. sâdece… Gene de bil ki, orada Hak zuhûr etmektedir.

                                * * *

SORU 11:

Küll’den daha fazla olan cüzü’, hangi cüz’üdür?.. O cüz’ü aramanın, bulmanın yolu nedir?

Bil ki, varlık Küll’den daha fazla olan cüz’dür. Varlık olan Küll’dür. Bu, her şeyin aksinedir.

Var olanların pek çoğu, zâhirîdir. Hakikatteyse hepsi, “BİR”dir...

Burası mâlûm…

Yani, var kabul edilen, ayrı ayrı isimlerle anılan nesnelerin çokluğu hep zâhirdedir.

Görene göre değişir, gören araca göre değişir. Ve, pek çok gözükür...

Hakikatte ise, hepsi bir “Küll”, bütün hâlindedir.

Küll’ün, yani var olan şeylerin varlığı, çokluktan göründü.

Yani, Tek’in görünüşü çokluk sûretindedir.

Aslı itibarıyla, Tek olmasına rağmen, bütün bu varlık Tek bir varlık olmasına rağmen, gören araçların kapasitelerinin farklı olması farklı, ayrı ayrı nesneler görülmesine yol açmaktadır.

Aslında, bütün varlık bir Küll, bir bütün halindedir.

Yani, bizim diğer bir tâbirle izah ettiğimiz gibi, kâinat dediğimiz yapı tümü ile elektro manyetik dalgalardan ibâret bir kütledir. Tek bir kütledir.

Fakat, bu Tek kütlenin çeşitli bölümlerine bakan farklı araçların olması, farklı araçların meydana gelmesi, farklı varlıklar varmışcasına, pek çok varlık varmışcasına bir görüntü meydana getirir.

Küll, cüz’ün, yani varlığın hakikatını çoklukla örter.

Külli varlık, Tüm varlık, herhangi bir birim halinde görünen varlığın görüntüsünü hakikatini görmeyi, yani o görüntünün hakikatini görmeyi, çoklukla örter.

Yani, görüntünün sûreti ile, görüntünün ardındaki hakikati örter. Görüntünün sûreti ile hakikatini örter derken, bu da görenin aracına bağlı...

Vâcip olan Mutlak Varlık, var olan şeyin cüz’ü değil mi?.. Ve, var olan şeyler O’na tâbi değil mi?

Yani, "Vâcip olan, Mutlak Varlık" sözü ile, Hakk’ı kastediyor.

Her türlü görüntü, Hakk’ın görüntüsü.

Ve, o görüntülerde var olan varlık, Hakk’ın varlığı…

Fakat, Hakk’ın varlığı çok değişik sûretler, çok değişik görüntüler içinde göründüğü için "Hak, sanki bunların bir cüz’ü imiş gibi gözükür."

Böyle gözüktüğü zaman da:

"Bir âlem var ve bu âlemde öz olan, Hak görüntüsü, imâjı çıkar."

Dolayısıyla: "Hak, âlemin bir cüz’ü durumunda gözükebilir."

Halbuki ise; Âlemin aslı, tamamı künhü, Hakk’ın kendisidir.

İşte bu durumda, "Âlemin cüz’ü gibi görünen Hak, aslında âlemin künhü ve tamamıdır." Küllü’dür!

Küllün varlığı, Tek bir hakikatın çoklukla zuhûrundan başka bir şey değildir.

Yani, bir Küll olarak gözüken, "Nefs-i Küll" dediğimiz, tüm âlemin varlığı, aslında Tek bir hakikatın çokluk hâlindeki zuhûrundan başka bir şey değil!.. Çok olan şey çokluktan görünmekte.

Yani, her şeyi ihata eden Küll halinde Hak gözükmekte.

Küll, yani varlıklar, bir çok şeylerin bir araya gelmesinden peydâ olan bir ârâzdır. Ârâz ise, zaten yokluğa koşuyor.

 Hakk’ın değişik isimlerinin neticesi olarak değişik mânâların ortaya çıkması, bu Küll dediğimiz şeyi meydana getiriyor... Yani, âlemi meydana getiriyor.

Fakat değişik isimlerin mânâsı olarak var olan bu Küllî varlık her an değişmede... Her an değişmede olduğu için, her an görünen varlık yok olmakta, tekrar var olmakta ki, bu noktaya biraz sonra geliyoruz.

Küllün, yani var olan şeylerin cüz’leri yok oldu mu kendisi de derhal imkân sahasından çekilir ve yok olur.

Küllü, tümü, Nefs-i Küllü meydana getiren; Âlemi meydana getiren isimlerin mânâlarının zuhûru ortadan kalkıp da başka bir şey çıktı mı; Derhal o âlemin o görüntüsü ortadan kalkar, bir başka görüntüsü meydana gelir.

Âlem bir küll’dür. Ve, bir göz açıp yumuncaya kadarki zaman içinde hemencecik yok olur. iki zaman içinde bâki kalmaz.

Her an âlemde, tümden bir değişme söz konusu. Bu, tümden değişmeler, değişik isimlerin mânâlarının zuhûra çıkmasına vesile oluyor. Ancak, bu da her an yenilenmesi hasebiyle âlem iki an içinde, yani bir evvelinde, bir sonrasına kıyasla aynı değildir. Sürekli değişim içindedir...

Yine göz açıp yumuncaya kadar, tekrar bir âlem var olur. Her lâhza bir yer, bir gök yok olmakta ve yokluktan varlığa gelmektedir.

Şu görünen âlem, her an yok olup gitmekte ve yeni bir âlem meydana çıkmaktadır.

Bizim, hareket adını verdiğimiz şey, aslında âlemin yoktan var olup, tekrar yok olup, tekrar yenisinin var olmasıdır. Var oluyor, yok oluyor, tekrar var oluyor...

Bu, birincinin var olup yok olup, ikincinin var olması dediğimiz olaya hareket diyoruz. Hareket adını takmışız. "Her şey hareket halindedir" diyoruz ya!..

İşte bu “hareket” denilen şeyle; Var olan bir şeyin, varlığının devam ederek bir başka yere gelmesi şeklinde değil, yok olup, ikinci bir anda tekrar yeni bir şekille meydana gelmesi kastediliyor…

Ve bu, tüm âlemin tüm zerreleri için geçerli olan bir şey. Çünkü, tüm âlem hareket hâlinde.. Belli bir bölge için değil... Elektro manyetik dalgalar hareket hâlinde, ışınlar hareket hâlinde, madde hareket hâlinde... Hareket hâlinde olmayan hiçbir şey yok!

Yani, küll olarak her şey, bir an sonra, bir an evvelkinden değişik olarak mevcut.. Bunu anlatmak istiyor.

Her an yeniden yaratılmaktadır, âlem. Gençtir... Her an yok olmaktadır, kocamıştır. Bir anda gençtir, bir anda kocar.

Âlemde her an bir haşîr vardır, bir neşîr vardır. (Bir yaratılma, yok olma, yeniden var olma)

Âlemde hiçbir şey iki an içinde bâki değildir. Her şey öldüğü anda yeniden doğmaktadır.

Fakat, kopacak olan büyük kıyametle kastedilen şey bu değildir. Çünkü büyük kıyamet denilen şey cezâ bakımındandır. Bu olan ise amel bakımındandır.

Onunla bunun arasında nice fark vardır. Dikkat et de bilgisizliğe uğrama!

Gözünü aç da, tafsîl ile icmâlin farkına bak!:(Toplu olarak bilinen ile tafsilâtlı olarak bilinen şeyin arasındaki farkabak!.) Saat, gün, ay, yıl... Hepsine birden zaman denir ama, biribirinin aynı değil!

Burada söylenen sözlerle yapılan işlerin hepsi de Mahşer gününde ortaya çıkar.

Orada hatıra gelen, gönülden geçen şeylerin hepsi görünür hâle gelir. "Yevme tüblesserâir”’i okusana!..

Bunu anlamak istersen bak bir kere. Sende de dirilmek ve ölmek var…

Âlemde, yüce ve süflî.. Ne varsa, örneği senin var kabul ettiğin bedeninde ve cânında mevcut!..

Âlem de aslında, senin gibi muayyen bir şahıs. Sen ona cân kesilmişsin, o sana ten kesilmiş..

Hakiki Sen’liğini kastediyor... Âlemin Özü’sün Sen! Canısın! Âlem ise, tümü ise senin bedenin!

Sen, kendi bedenin olarak, şu, fiziki insan bedenini kabul ediyorsun. Cân olarak da, bedendeki canı kastediyorsun ya… Ruhu kastediyorsun ya! Halbuki esasında, âlem denilen bu kâinat Senin bedenin… Ve Sen de ondaki varlıksın!

İnsanın üç türlü ölümü vardır.

Birincisi; Zâtı itibâriyle her lâhza ölüp durmasıdır.

Varlığın, âlemin her an var olup yok olmuyor mu?.. Âlemin var olup yok olması nedeni ile, insanın varlığını meydana getiren kişilik vehmi ve bu vehimden meydan gelen kişiliğin her an yok olup var oluyor…

İkinci ölümü; Dileyerek, isteyerek ölmesi... ("Ölmeden evvel ölme" hâli; "Mutu kable ente mutu" denilen hâl…)

Üçüncüsü de; Eceli gelince, ister istemez ölmesi...(Yani, fizik bedenden ruh yapının ayrılması)

Ölümle dirim, biribirinin zıddı olduğundan üç ölüme karşılık üç de dirim vardır...

Yani, birinci: Her an ölmenin karşılığı her an var olma... Yeniden dirilme...

"Mutu kable ente mutu"nun karşılığı; Yeni bir varlıkla, hayatla dirilme, değişik boyuta geçme!.. Ayn-el yakiyn’e geçme!..

Üçüncüsü de: Fizik bedenden ayrılmanın karşılığında manyetik bedenle yeniden bu hayatın devam etmesi... Bu varlığın hayatının devam etmesi!..

Âlem, dileyerek, isteyerek ölmez!.. Bu ölüm, bütün âlem içinde yalnız sana mahsustur.

Dileyerek, isteyerek ölme hâli, yani "ölmeden evvel ölme" hâli, boyut değiştirme, Ayn-el Yakîn hâline geçme hâli, bütün âlem varlıkları içinde yalnız sana mahsustur.

Fakat, cihan da her an değişip durur ve her yok oluştan sonra derhal evvelki gibi var olur.

Mahşerde neler olacaksa sende de onların örnekleri görünür, benzerleri olur.

Bedenin yere benzer, baş da göğe... Duyguların yıldızlardır, ruhun güneş!..

Sert kemiklerin dağlara benzer, kılların nebâtlarındır. Ellerin, ayakların ağaç...

Kıyamette yeryüzü nasıl titrerse senin bedenin de fizik ölüm çağında nedâmetten tir tir titrer.

Beynin perişân olur, cânın kararır. Duyguların yıldızlar gibi nûrsuz, fersiz bir hâle gelir.

Kılların dibindeki deliklerin her biri terden bir deniz kesilir. Sen de o denizde elsiz, ayaksız, gark olursun...

Ey yoksul adam!.. Cân çekişmeden kemiklerin boyanmış yüne döner, dağılır, perişân olur...

Ayakların dolaşır... Bütün çiftler, çiftinden ayrılır, tek kalır.

Cân, bedeninden tamamıyla çıktı mı, yer yüzüne benzeyen bedenin dümdüz kala kalır. Artık onda ne bir çıkıntı görürüsün, ne bir girinti!.. (Hareket görmezsin bedende; mânâsına)

İşte, âlemin hâli de bu çeşit olur. Ölüm çağında kendinde gördüğün hâller onda da zuhûr eder.

Varlık Hakkındır. Ondan başka her şey fânidir. Yani şeyliği kalkar Hak Bâki kalır. Kur’an, bunu anlatmaktadır.

"Küllü men aleyhâ fân"(Her şey tümü ile yok olup gidip aslı meydana çıkacaktır) âyeti bunu bildirdiği gibi, "le fi halkin cedîd" (Her an yeni bir meydana getirmede, yeniden bir icâtta) âyeti de apaçık anlattı…

İki cihanın da yoktan var edilmesi ve varken yok edilmesi, Âdemoğlunun yaratılması ve dirilmesi gibidir.

Halk, daima yepyeni bir yaradılıştadır, dilerse ömrü uzasın gitsin.

Allâh ihsanının feyzi, daima sıfatlarla isimlerle tecelli eder durur.

O taraftan daima yaratmak ve kemâle getirmek... Bu taraftan daima ve her an değişip durmak!..

Fakat, bu dünya zuhûru geçti mi, âhiret yurdunda her şey bâki kalır.

Dünya hayatındaki bu durum.

Ama, âhiret denen manyetik âleme geçtiğin anda orda artık her şey bâki kalır. Bunun tekrar maddeye dönüşmesi diye bir şey yok!..

Çünkü, her neyi görürsen... Çâresiz!.. Mânâ ve sûret bakımından o şeyde iki âlem vardır. (Gördüğün her şeyde bir mânâ, bir de sûret yapı vardır)

İlk âlem (olan dünya) ile buluşmak, ayrılığın ta kendisidir. Öbür âlem ise şüphe yok, Hakk’tandır. Bâkidir...

Madde âlemi, sûret âlemi şüphesiz ki, değişikliğe tâbi olan bir âlemdir. Fakat, mânâ âlemi, Hak’dan olan bir âlemdir. Dolayısıyla, bâkidir…

Bâkilik, ebedîlik, varlığın adıdır. Ama, var olan şeylerde zuhûr eden varlık, dâimi ve ebedî olursa...

Varlığın zuhûr ettiği sûretler, o sûretlerden zâhir olan varlığa tamamıyla uygun olursa, ilk zuhûru olan şu dünyada, son zuhûr olan âhiret âlemi görünüverir...

Varlığın zuhûr ettiği bu sûretler, o sûretlerden zâhir olan varlığa tamamıyla uygun olursa; yani bu sûretlerde zuhûr eden Hakk’ın vasıflarına, isimlerine tam ayna olma durumu olur, Hak tümü ile bu sûrette zâhire çıkar hâle gelirse, zâhirde görünürse; işte o varlığın izâfi varlığı, şu dünya hayatında son bulmuştur ve bu varlıkta artık âhiret âlemi yaşantısı başlamıştır.

Bu âlemde kuvvet bakımından ne varsa, o âlemde bir yönden fiil hâlinde tecelli eder

Yani, şu varlığında mânâ olarak nelere sahipsen, düşünce olarak, idrâk olarak ve saîre.. Bunların hepsi birer sûret şeklinde öbür âlemde zuhûr eder.

Senden evvelce zuhûr eden işler var ya... (Yapageldiğin bir takım işler) Onları yapa yapa her defasında biraz daha alışır, onları yapmada kudret elde edersin.

Faydalı olsun, zararlı olsun... Onları her yapışında kendinde bir meleke hâsıl olur.

Bu hâller âdet edinince, huy olur... Meyvalar zamanla güzel bir koku peyda eder ya.

İnsan, sanatları o îtîyatla öğreni.r.. Düşüncelerini onunla terkib eder hâle gelir.

İşte, bütün o meleke hâline gelen sözlerle fiiller, mahşer günü meydana çıkar.

Ten elbisesinden soyundun mu bedenle alâkan kalmadı mı hemencecik ayıpların da, apaydın bir halde meydana çıkar, hünerlerin de…

O mânevi yapıda, ne özelliklerin varsa, hepsi sûretine vurur.

Çünkü, madde sûretin yok!..

O andaki sûretin, sende hâsıl olan mânâlardır.

Yani, o mânâların sûreti olacaktır, âhiret âleminde... Madde sûret yok!..

O vakit de bir tenin olur ama, o tenin, bu bedenin unsurlarıyla alâkası, bulanıklığı yoktur. Her şeyin suya aksetmesi ve görünmesi gibi her sûret o bedende görünür.

Mânâ bedeninden; yani huyların, ahlâkın, karakterin, var olduğu bedende; ona göre bir sûrete bürünür.

Orada hatıra gelen, gönülden geçen şeylerin hepsi görünür... "Yevme tüblesserâir"i okusana!

Bir de o husûsi âleme uygun olarak huyların, cisim hâlinde görünür, teşâhhus eder,(yani şahıslanır, sûretlenir).

İşte, “kimi maymun sûretinde haşrolur, kimi yılan sûretinde, kimi ayı sûretinde” diyor ya!..

Çünkü sende hangi huylar galebe gelmiş, ağır basmışsa, onun sûreti senin oradaki sûretin olur.

Bu âlemde, unsurların kuvvetinden nasıl üç mevlûd; Yani, cemâd, nebât, hayvan vücud buluyorsa, Senin bütün huyların da cân âleminde kâh nûrlar hâline girer kâh cehennemler hâline!..

O zaman varlıktan taayyün kalkar...(Yani, varlıktan bu göz dolayısıyla meydana gelen görüntüler şekli kalkar) Göz önünde ne yüksek kalır, ne alçak!

Ebediyet yurdunda, bedene ârız olan ölüm kalmaz, cisimle cân bir renge girer. (Madde âlemi kalktığı için cisim, cân bir renge girer.)

Ayağın, başın, gözün, gönül kesilir... Toprak sûreti karanlıktan arınır, sâf olur...

Hak nûru da sana tecelli eder, Hakk’ı, cihetsiz sûretsiz olarak görürsün.

İki âlemi de biribirine vurursun... Bilmem artık daha ne sarhoşluklar edersin!

"Rableri onları suvarır" (âyeti ile kastedilen) ne demek?.. Bir düşün!.. Temizlik nedir?;

Kendinden arınmak, varlıksız, benliksiz sâf bir hâle gelmek!..

Her türlü duygudan, vehimden, düşünceden, tasavvurdan, şekilden arınıp sâf, salt bir hâle, arı bir hâle gelmek!..

Ne şerbettir o şerbet, ne lezzetir o lezzet, ne zevktir o zevk!.. Ne hayranlıktır o hayranlık, ne devlettir o devlet, ne şevktir o şevk!..

Ne hoştur o dem ki, kendiliğimizi terkedelim de mutlak bir zenginliğe erişelim, varlıktan yoksul olalım...

Ne din kalsın, ne akıl... Ne takvâ kalsın, ne idrâk!.. Toprağa sarhoş ve hayrân bir halde seriliverelim!..

Cennetin, hûrinin, ebediyetin burada ne değeri var?.. Yabancı o halvete giremez ki!..

Yüzünü gördüm, o şarâbı içtim... Bilmem bundan sonra ne olacak?..

Her sarhoşluğun sonunda bir baş ağrısı, bir sersemlik vardır.. Gönül bu düşünceyle kan kesildi gitti işte!..

* * *

SORU 12:

Evveli olmayanla sonradan meydana gelen, nasıl oldu da biribirinden ayrıldı... Biri âlem oldu, diğeri Hak...

Evveli olmayanla sonradan meydana gelen, esasen biribirinden ayrı değil ki!.. Sonradan meydana gelen, Mutlak Varlığın zuhûrudur. O’ndandır, kendiliğinden bir varlığı yoktur.

Her şey, O’ndan ibarettir. Bu, yani sonradan meydana gelen şey ise, Zümrüd-ü Anka’ya benzer... İsmi vardır, cismi yok!.. Hak’dan başka her şey, vücudu olmayan bir addır.

Tüm bu varlık Hakk’ın varlığıdır.

Yaratılmış olan, sonradan gelen, sadece isimlerdir. Hak, kendisinde isimleri yaratarak, kendi varlığını bu isimlerle anmış ve bu isimlerle varlığa bakınca da, varlık sanki yok’dan yaratılmıştır...

Yok’dan yaratılmış olan, isimlerdir!.. Varlıktaki isimlerdir, eşya isimleridir. Eğer ki, bu isimler perdesi gözünden kalkarsa, varlıkta Hak’dan başka bir şey olmadığını açık seçik görür, Hakk’a ulaşmış olursun...

Yokluğun var olması, olmayacak bir şeydir. (Yani bir yokluk diye bir şey var oldu da o yokluktan bir takım varlıklar meydana geldi böyle bir şey asla yok.)  

Varlık, var olması bakımından daimidir... Hiç zevâl bulmaz!..

Varlık denilen şey, Hakk’ın varlığıdır. Onun da zevâli, yok olması, yok olup yeniden var olması gibi şeyler asla ve asla düşünü sahasına girmez!..

Ne O, bu olur!.. Ne bu, O!.. Yani, ne yok var olur, ne de varın yok olması söz konusudur.

Bunu bilir anlarsan bütün müşküller sana kolaylaşır..

Âlem, zâten itibâri bir şeydir.

Âlem dediğin şey, ismi dolayısıyla esasında,"var kabul edilen" bir şeydir.

Âlem diye bir şeyin varlığı yoktur. Hakk’ın varlığı vardır.

Hak, varlığına âlem ismini taktığı için, âlem, var sanılagelmştir. Halbuki, âlem yok, Hak vardır.. Hak, kendisine âlem ismini takmıştır...

Dairede devreden, devrederek daireyi meydana getiren O, Tek Noktadan Hak’tan başka bir şey değildir.

Öyle ise, sen bu varlıkta her neyi seviyorsan Hakk’ı seviyorsun.

Her neden nefret ediyorsan, Hak’dan nefret ediyorsun...

Ama, "Ben şundan nefret ediyorum" diyerek bir isimle o nefretini kayıt altına aldığın zaman, sen o isim altında sana zuhûr eden, tecelli eden Hak’dan nefret ediyorsun.

Bu âlemde nefret ettiğin şeyler kadar Cehennemdesin... Ve, ölümünden sonra da o Cehennem senin için devam edecektir.

Ve, bu Cehennemin sebebi de, senin Hakk’a olan nefretindir.

Ama sen, gafletinle Hakk’a olan nefretini değil de nesneye olan nefretini var sanırsın... Halbuki, o nesne Hakk’tır. Ancak, o isimle isimlenmiştir. O isimle isimlendiği için de sen o nesneye olan nefretini zannediyorsun.

O nesneye olan nefretinin oluşmasına da sebep, kendini şu beden kabul edip, bu bedenin istek ve arzularına o nesnenin uymamasıdır.

Yani, Hak bir ismin mazhârı olarak, burdaki şu yapını meydana getiriyor. Bu ismin yapısına ayrı, başka bir isimle de bir başka varlığı meydana getiriyor, var oluşa bürünüyor.

Dolayısıyla, sen kendini bu nesne olarak kayıt altına alıp, vehîm hükmü altında kaldığın için, bu nesnenin yapısına uymayan öbür nesneyi Hak’dan ayrı bir varlık olarak görerek nefret ediyorsun.

Halbuki:

Sen kendini şu beden olarak düşünmekten, kabullenmekten arınsan;

Bütün varlığın O’nun isimleri olduğunu görsen ve bütün varlığın biribirine zıd gibi gözüken hâllerinin, mazhâr oldukları tecelliler dolayısıyla senden meydana geldiğini müşâhade etsen; sende nefret diye bir şey olmaz!..

Salt sevgi olur...

Çünkü, hepsi Senin eserin... Hepsi Senin fiilin…

"Varlıkta sevgi asıldır, nefret yoktan varolmuştur" denmesinin sebebi budur. Nefret, vehîmden doğmuştur. Sevgi asıldır... Çünkü, varlık asıldır!.. Varlık da kendi varlığındır...

Nefret de, vehmîn neticesinde var kabul ettiğin benliğinden doğar.

Var kabul ettiğin benliğini attığın anda kendini, varlığın özünde, varlığın ta kendisi olarak bulduğun anda, tüm varlık senin olur ve artık herhangi bir nesneden nefret etmek, o nesneye kızmak, o nesneye üzülmek gibi hâller senden zuhûr etmez!..

Ancak ve ancak, gafletin, perden ve vehmîn dolayısıyla senden nefret, kızma, üzülme hâsıl olur..

Çünkü, varlıkta asıl olan, mutlak olarak sevgidir, muhabbettir. Çünkü, varlık kendi varlığındır!..

Yürü, Bir ateş noktasını çevir!.. O nokta, gayet hızlı dönmesi yüzünden sana bir daire hâlinde görünür.

Bir (1), sayıya gelirse birçok sayı meydana çıkar. Ama, sayılan bir, sayıların çokluğu ile çoğalmaz ki…

Hep, “1” dir, rakamlarda… 500’de, 500 tane 1 vardır. Bir (1) çoğalmış değildir...

Allâh’dan başka her şeyin sözünü bırak da, bunu ondan ayır.. Mutlak varlıkla onun zuhûrunu fark et!

Ve, kendi Zâtında, bu varlıkta kendini seyretmeye başla!..

Bunda ne şüphen var?.. Mümkinât âlemi, hayale benzer. Bir’likte, iki’liğin bulunmasına imkân yoktur.

Yokluk da, varlık gibi Tek idi... Bütün çokluk âlemi, nisbet ve itibârdan(Yani, isimlerin biribirlerine göre olan, mânâlarından) doğdu.

Birinde bir isim, bir ismin zuhûru olarak zâhir oldu. Öbüründe öbür ismin zuhûru olarak meydana geldi.

Birinin yapısı ötekine ters göründüğü için ve orada vehîm de var olduğu için, birinde kendini bu kabul etti, öbüründe de öbürü kabul etti ve buradan çokluklar meydana geldi.

Var olan şeylerin biribirlerine aykırılığı ve çokluğu hep, bukalemuna benzeyen şu imkân âleminden isimler âleminden meydana geldi.

Fakat, her birinin varlığı Bir ve Tek ya... İşte bu da, Hakk’ın Bir ve Tek oluşuna tanıktır.

Âlem ismi ile anılan varlığın da O oluşuna, ancak, Hakk’ın bu isimle de kayıt altına girmeyeceğine delildir!..

Âlem, tümü ile Hakk’ın ismi ise de; Hak, âlem isminin dışında da sonsuz tecelliler sahibidir.

                                * * *

SORU 13:

Mânâ eri, sözünde, göze dudağa işâret etmekle ne murad eder?..

Makâmlara, hâllere nâil olan Ricâl – Er kişi - Hakikate Ermiş kişi, yüzden, saçtan, sakaldan, benden ne arar, ne ister?

Bu âlemde görünen her şey, o âlem güneşinin aksi gibidir.

Âlem, "saç, ben, sakal, kaş" gibidir. Her şey kendi yerinde, kendi makâmında iyidir, hoştur..

Yani, bu âlemde her ne isimle anılan ne tür bir sûret, ne tür bir görüntü varsa o kendi yerine, yerli yerindedir. Ama, bir diğerinin yapısına ters olur.

Allâh’ın tecellisi, kâh Cemâl yoluyla olur, kâh Celâl yoluyla olur... Yüz ve saç da o mânâlara misâldir.

Yüce Allâh’ın sıfatları lütûf ve kahırdır. Güzellerin yüzleriyle saçlarında da bu lütûf ve kahır vardır.

Bu duyulan sözler, duygularımızla duyup bildiğimiz şeylere delâlet eder. Bu yüzden evvelâ duyup bildiğimiz şeylere delâlet etmek üzere söylenmişlerdir. (Ki, bu sözlerden sözlerin ardındaki mânâya geçilsin.)

Mânâ âleminin sonu yoktur. Söz, onun sonunu nereden görecek, nasıl ifade edecek?

Zevkten meydana gelen mânâyı söz nereden anlatacak?

Gönül ehli olanlar, mânâyı anlatırlarken bir benzeri ile söyler, anlatırlar...

Çünkü, duygularımızla anladığımız, bildiğimiz şeyler, mânâ âleminin gölgesi gibidir. Duygularımızla bilip anladığımız bu âlem, çocuğa benzer. Mânâ âlemi de bu çocuğun dadısına!..

Bence, tevile sığan bu sözler, önce kastettiğimiz mânâları anlatmak için söylenmiştir.

Bundan ayrı ve herkesin bildiği, anladığı mânâlarda kullanılmaları sonra olmuştur. Fakat halk, bu kelimelerle kastedilen mânâ hangisidir, nereden bilecek!..

Mânâ erleri (Ricâlullah - Allâh Ehli) akıl âlemine baktılar, (Akl-ı Küll Âlemine nazar ederek) oradan sözler naklettiler.

Akıllı kişi, söz ve mânânın derinliğine inince, mânâya en uygun sözü buldu.

Buldu ama, sözü tamamıyla mânâya benzetmenin imkânı var mı?.. Mânâya tamamıyla uygun bir söz aramadan vazgeç, rahatça otur!.. Mümkün değil.

Söz mânâya uymuyor diye kimse seni kınayamaz. Çünkü burada Hak’dan başka bir mezhep sahibi yok!..

Fakat, kendinde oldukça, sakın ha sakın, şeriâta aykırı söz söyleme! Şeriâta uy!..

Gönül ehline yalnız üç hâlde gelişigüzel söz söylemeye ruhsat var: Tamamıyla kendinden geçip yok oluş, mânevi sarhoşluk, şiddet ve zarûret...

Yani, kendi varlığını görmeyiş: Ne zaman ki; vehîm perdesi kalkar, varlıkta kendi kendini müşâhade eder duruma gelir; artık gözünde Hilmi, Ahmet, Hulûsi, Sema diye bir şey yoktur... Bu isimler, Hakk’ın kendine taktığı isimlerdir. Hak’dan gayrını görmez...

Hak olarak kendinden gayrını görmez, daha doğrusu...

İşte o zaman dilediği gibi konuşur. Ona da kimse bir şey diyemez!

Buna misâl; Şiblî’nin kürsüye çıkıp hakikati, Hakk’ın sırlarını açması...

Cüneyd’e, "Niye böyle kürsüden konuşuyorsun halka?" dendiği zaman; "Ben konuşuyorum, Ben dinliyorum. Kimden saklayacak neyim var ki" diyor.

İşte bu hâl, yani "Hakk’ın kendi kendini seyri" dediğimiz hâl!

Mânevi sarhoşluk: Bir de bu mertebeye gelmemiş, fakat idrâki bu hâlle bulanmış... Yani, ayn-el yakiyn hâli olmamış ama, ilm-el yakiyn’de bu hâli tam idrâk etmiş, kavramış, idrâkini bu sarmış, idrâkini tümü ile kaplamış…

Şiddet ve zarûret: Şiddet ve zarûret hali... O bir tecelli hâlidir.

Bunlar da İlginizi Çekebilir

Bu Sohbeti İndirebilirsiniz!