“HÂLBUKİ SİZİ DE YAPTIKLARINIZI DA ALLÂH YARATMIŞTIR!” (37.Sâffât: 96)

İşte bu gerçeği göremeyiş, yani fâili hakikiyi göremeyiş; fiillerin fâili hakikisi olarak vehmî benliğini kabulleniş, bir yönüyle şirk, diğer yönüyle de küfürdür!

Fiillerin fâili olarak kendini görüş, Allâh’a karşı kendini bir tanrı gibi kabullenme sonucunu doğurur ki, bu yönüyle şirke yol açar!

Öte yandan fiili gene kendisinin meydana getirdiğini zannediş, fâili hakikiyi inkâr sonucunu doğurur ki, bu da kişinin inkârını yani küfrünü oluşturur.

Kişi, vehmettiği yani gerçekte var olmayıp da var kabul ettiği “Ben”liğinin “yok” olduğunu, var olan TEK Vücud’un Allâh olduğunu yakîn ile yaşadığı zaman, küfür de şirk de biter, emaneti sahibine teslim etmiş olur.

İşte vusûlünün tahakkukundan sonra bir kısım evliyaullâhtan çıkan ve “şatâhat” denilen bazı sözleri bu ilimle değerlendirmek gerekir.

Hallacı Mansur’un meşhur “ENE’L HAK” sözünü dinleyen Mevlâna Celâleddin’in; “Ne yani Ene bâtıl mı diyecekti? Elbette Ene’l Hak der” dediği nakledilir.

Mevlâna Celâleddin bunu nasıl diyor?

Görerek! Yani, rü’yete erdiği, ilme erdiği, hakikate erdiği, gereğini yaşadığı için Hallacı Mansur ismi altında zâhir olan varlığın HAK olduğunu biliyor ve dolayısıyla da O’na yakışan elbette böyle söylemektir diyor!

Diğer bir deyişle, Hallacı Mansur konuşuyor diyen binbir perdeliler gibi değil; gördüğünün hakikatine ermiş perdesiz evliyaullâhtan biri olarak böyle konuşuyor!

“Cüppemin altında Allâh’tan gayrı mevcud değildir” diyen evliyaullâhın önde gelenlerinden Cüneyd-i Bağdadî’nin bu beyanını dahi, aynı şekilde anlamak ve sözü sahibi hakikisine bağlamak gerekir. Zira “yok”un haddinden değildir “var”lıktan dem vurmak!

Vuslata ermişlerin yaşamı ise neticede iki hâlden biridir;

Ya, “meczup” olarak kalmak...

Ya da, manevî vazife ile halk içinde, halkın yaşamına uygun bir tarzda yer almak...

“Meczup” kelimesi genelde halk arasında deli divâne olarak anlaşılır. Yemesine, içmesine, giyim ve kuşamına, oturup kalkmasına dikkat etmeyip, edep âdap bilmeyen, kurallara uymayan birine şayet biraz da dinsel kelâm ediyorsa, hemen “meczup” etiketi yakıştırılıverir.

Oysa gerçekte “meczup”; Allâh’ın cezbetmiş olduğu kişi anlamındadır. Allâh’ın cezbetmesi sonucu, O’na yönelmiş, O’nun varlığı yanında yokluğunu idrak etmiş ve nihayet yok olmuş; varlığında Allâh’ın Bâkî kaldığı kişidir “Meczup”!

“…ALLÂH DİLEDİĞİNİ KENDİNE SEÇER...” (42.Şûrâ: 13)

Âyeti kerîmesi bu gibi “seçilmiş”lerin durumunu açık seçik vurgular! Hakiki mânâsıyla meczuplar, Allâh’ın kendine seçtikleridir!

Allâh’ın kendine seçmesi ne demektir?

Allâh’ın kendine seçmesinden murat, kişideki perdelilik oluşturan vehim gücünün tasarrufunun ortadan kalkmasıyla, hakikatini tanıması; rü’yete ve vuslata ermesidir!

Ancak bu durum, perdeliler, gerçeği görmekten mahrum kalan, gözünün gördüğü kadar düşünebilenler tarafından asla anlaşılamaz!

Konu buraya kadar gelmişken, akla takılabilecek şu sorunun da cevabını vermeden geçmeyelim:

“Ben vuslata erdim, gerçeği gördüm, hakikati idrak ettim, artık bundan sonra ben ibadet etmiyorum! Ne yukarıda bir tanrı var ve ne de ibadete ihtiyacı olan bir varlığım!” diyerek, bir kişinin ibadetleri terk etmesi hoş görülebilir mi? Bu hâli yerinde midir? Yaptığı bu iş doğru mudur?

Bu gerçekten tasavvufta son derece önemli bir konudur.

Birçokları, bu hususta kendilerine örnek olarak gösterilen kişilerin davranışlarını da kabul etmezler. Mesela, derseniz ki; hakikate ermiş bulunan Abdülkâdir Geylânî, Bahaeddin Nakşıbendi, İmam Gazâli, Muhyiddini Arabî, Hacı Bektaş Velî gibi zevâtın hiçbiri de ibadetlerini terk etmemişlerdir. Hemen buna kılıf takıp; onlar örnek kişilerdi, bunun için yapmışlardı, derler.

Oysa “ibadet” adı verilen bu çalışmalar, Allâh’ın Esmâ ve Sıfatını izhar kanunları gereği ve sonucu olarak zorunludur ki, bunu idrak edemezler.

“…SÜNNETULLÂH’TA ASLA DEĞİŞME BULAMAZSIN!” (48.Feth: 23)

Madde bedenimiz, fizik bedenimiz nasıl enerji ihtiyacını karşılamak için yemek-içmek zorunda ise; “RUH” dediğimiz “Holografik dalga bedenimiz” de enerji ihtiyacını yani “nûr”unu, ibadet denilen beyin çalışmaları sonucu elde eder. Şayet bu çalışmaları ihmâl ederseniz, “nûr”unuz, yani ölüm ötesi yaşam bedeninizin enerjisi yetersiz kalır. Bunun neticesinde de hiç hoşlanmayacağınız, size azap verecek şartlar içinde hapis kalırsınız. Bu konuda da geniş bilgi “İNSAN ve SIRLARI” isimli kitabımızda mevcuttur.

Hakikati yaşamakta olan bir mahal, şu anda yeryüzünde hayatına devam ederken, yaşadığı hâlin değil, bedenin içinde bulunduğu şartlar sonucu, nasıl yiyip içmeye devam etmek zorunda ise; ve bu yiyip içişi nasıl hakikati yaşamasına engel değil ise; aynı şekilde ruh bedeninin ihtiyacı için de o ibadetlere devam etmek zorundadır! Aksi takdirde, hakikati ne kadar bilirse bilsin, o enerji ya da “nûr” eksikliğinin sonuçlarına katlanmak mecburiyetinde kalacaktır!

Esasen “hakikat”, şuur boyutunda yaşanan bir şeydir! Her boyut, kendi varoluş sistem ve kuralına göre yaşanır! Gerçekten hakikate ermiş yakîn sahiplerine de bu gizli kalan bir durum değildir.

Bu sebeple de, eğer bir kişide bu tür eksiklikler görülürse, genellikle onun henüz tam anlamıyla hakikate ermemiş olduğu, olaya kulaktan dolma kuru bilgiyle yaklaşmakta olduğu düşünülür!

Zira, hakikatte, şeriata ters düşen bir durum görülmez!

 

19 / 84

Bunlar da İlginizi Çekebilir

Bu Kitabı İndirebilirsiniz!